Kategori: Sesli ve Görüntülü Masallar

Bezelye Prenses Masalı
Bezelye Prenses Masalı

                                                                  

Bir zamanlar bir prens varmış. Bu prens evlenmek istiyormuş, ama evleneceği kişi gerçek bir prenses olmalıymış. Böyle birini bulmak için bütün dünyayı dolaşmış, ancak nafile! Prens, karşısına çıkan prenseslerin gerçekten prenses olup olmadığını bir türlü anlayamıyormuş. Çünkü bu kızlarda hep eksik bir şeyler oluyormuş. Prens sonunda üzüntü ve umutsuzluk içinde yurduna dönmüş.

Aylar ayları kovalamış, bir gece korkunç bir fırtına çıkmış. Şimşekler çakıyor, gök gürlüyor, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor adeta kıyamet kopuyormuş. Dışarısı bu haldeyken sarayın dış kapısının zili çalınmış. Yaşlı kraliçe gidip kapıyı açmış. Fakat o da ne! Kapıda, yağmurdan ve fırtınadan perişan olmuş bir zavallı bir kız duruyormuş. Üstelik her tarafından sular akan, tepeden tırnağa sırılsıklam olmuş bu kız gerçek bir prenses olduğunu söylüyormuş.

“Eh, anlarız bakalım!” diye düşünmüş içinden yaşlı kraliçe, ama kimseye bir şey söylememiş.

Yaşlı kraliçe hemen yatak odasına gitmiş, yere bir bezelye tanesi koymuş. Bu bezelye tanesinin üzerine de yirmi tane döşek, döşeklerin üzerine de yirmi tane kaz tüyü yatak koymuş. Gece olunca prensesi bu yatakta yatırmışlar.

Yaşlı kraliçe merakla sabah olmasını beklerken sonunda sabah olmuş. Kraliçe hemen kızın odasına koşmuş ve uyanık gördüğü kıza gece nasıl uyuduğunu sormuş.

“Ah, korkunç bir şeydi!” demiş prenses. “Bütün gece gözümü bile kırpmadım! Allah bilir ne vardı yatak ta! Sert bir şeyin üstünde yatmışım gibi, her yerim çürüdü, mosmor kesildi! Gerçekten berbattı!”

Böylece anlaşılmış ki, yirmi döşek ve yirmi kaz tüyü yatağın altındaki bezelye tanesini hissedecek kadar nazlı, narin olduğuna göre, bu prenses hakiki bir prensesmiş! Prens sonunda gerçek prenses olduğuna inandığı bu kızla evlenmiş. O bezelye tanesini herkesin görmesi için müzeye koyulmuş.

Eğer kimse almadıysa, bugün bile gidip görebilirsiniz onu. Gördünüz mü: işte size hakiki bir masal!

Papatya
Papatya

Yıllardan bir yıl ama hangi yıl unuttum kış uzadıkça uzamış. Çocuklar burunlarını cama dayamış, ağaçlarda yaprak, yerlerde papatya çiçekleri, havada kuş görebilmek için her yere bakıp durmuşlar. Ama ‘buvv’ diye esen rüzgârdan, bembeyaz kardan başka birşey görememişler. Toprağın altında da ilkbaharı bekleyen çiçekler ‘ha olgunlaştı ha olgunlaşacaklarmış’ ama kökler yoluyla gelen haberler hep aynıymış. Kış biraz daha uzayacakmış. İlkbahar güneşi yol hazırlığını bitirememiş.

Bahar bir türlü gelmeyince de gelincik çiçeği kırmızı tuvaletinin üstündeki yeşil mantosuna biraz daha sarılıp “bu gidişle giysim buruş buruş olacak” diye dertlenmiş durmuş. Mini mini mineler de mavi başlarını sallayıp ‘biz de bu gidişle daha yukarı çıkamadan donup kalacağız’ diye üzülüyorlarmış. Öteki çiçekler de üzülüyorlarmış elbet ama onlar daha renklerini seçemedikleri ve tuvaletlerini tamamlayamadıkları için o kadar endişelenmiyorlarmış.

Menekşe mor renkteki tuvaletini, tarla çiçeği mavi renkteki kıyafetini yeni yeni bitiriyormuş. Ancak içlerinden bir çiçek ne toprak anadan renk seçiyor ne de giysisini ütülüyormuş. Bu çiçeğin bütün düşüncesi bir an önce yeryüzüne çıkmak, çiçek masallarında anlatılan çocukları görmekmiş. ‘Ah bir yeryüzüne çıksam diyormuş’ diyormuş da başka bir şey demiyormuş!

Kış uzadıkça onun da sabrı tükenmeye başlamış. Bir gece herkes uyurken yavaşça yerinden kalkan ve bir ağacın köklerini izleye izleye toprağın üstüne çıkmaya başlayan bu çiçek bütün geceyi soluk bile almadan tırmanarak tamamlamış. Güneşin sarı başı dağın tepesinden görünürken o da başını topraktan dışarı uzatmış. Koca güneş, bembeyaz karlar üstünde bir çiçek görünce şaşırmış kalmış. “Daha uyanamadım galiba” diye gözlerini ovuşturmuş. Daha fazla parlamaya başlamış bütün gece karları savuran rüzgârın da şaşkınlığı ondan az değilmiş.

“Yani olacak şey mi bu, karların ortasında bir çiçek yorgunluktan serap görmeye başladım galiba, en iyisi gidip biraz dinleneyim” deyip esmekten vazgeçmiş. Rüzgârın esmediğini gören güneş ‘Bu işte bir iş var, rüzgâr çekildi gitti, herhalde ilkbahar geliyor, zaten bu çiçek de bunu gösteriyor” demiş ve biraz daha ısıtmalı çevreyi diye düşünmüş. Bütün bunlar olurken yaramaz çiçek de soğuktan tir tir titremeye başlamış. “Ah ben ne yaptım, soğuktan neredeyse kuruyup gideceğim, ne diye herkesi beklemedim sanki” diye kendi kendine söylenip duruyormuş.

Onun sesini duyan saka kuşu da “Hey şuraya bakın, bir çiçek, kalkın hepiniz, bahar gelmiş!” diye bağırmış.

Bu sevinçli haberi duyan ağaçlar durur mu? Hemen dallarını gererek uyanmaya başlamışlar, bir anda her şey değişmeye başlamış. İlkbaharı getiren yaramaz çiçek aceleciliği yüzünden kendine renkli bir elbise giymeyi unuttuğu için sadece beyaz yapraklara sahip olmuş ve herkes ona ‘papatya’ adını vermiş.

O gün bu gündür papatya çiçeği acelecilik huyundan hiç vazgeçememiş. O yüzden de her zaman baharın gelişini bize ilk papatyalar müjdelermiş.

Siz de Mart ayında papatyaların kırlarda açtığını görürseniz, bilin ki bahar gelmiştir.

 

ŞARKI SÖYLEYEN AĞAÇ MASALI
ŞARKI SÖYLEYEN AĞAÇ MASALI

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bundan uzun uzun yıllar önce, develer tellal iken,  pireler ise berber iken, ben küçükken ama dayımın da beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Herkes başlamış koşmaya, ben dönmüşüm şaşkına. ‘Nereye gidiyorsunuz böyle?’ Diye sordum birine, dedi ki ‘Masal dinlemeye’… Masalı çok severim ben, dinler dinler uyurum ben. Tam ‘Beni de götür’ diyecektim ki aldı bir kuş beni kanadına, uçurdu periler diyarına… Periler diyarı ki bütün periler masallar anlatır sana… İşte o masallardan birini anlatacağım ben de sana…

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok uzak diyarların birinde, büyük bir bahçe varmış. Bu bahçe bildiğimiz bahçeler gibiymiş ancak bir özelliği hariç. Bu bahçenin içinde şarkı söyleyen bir ağaç varmış. Bu ağacın ünü yakınlardaki tüm köylere yayılmış. Ağaç o kadar güzel şarkı söylüyormuş ki, köylülerin hepsi ağacın etrafında toplanıp eğlenceli vakit geçiriyormuş. Ağaç da kendisine gösterilen bu ilgiden memnun, marifetlerini gösterdikçe gösteriyormuş.

Günler haftaları haftalar da ayları bu şekilde kovalarken şarkı söyleyen ağacın methi taa ülkenin padişahının kulağına kadar gitmiş. Vezirlerinden birisi padişaha şarkı söyleyen ağaçtan bahsettiğinde padişah önce inanmamış. Hatta vezirine gülmüş, geçmiş. Ancak vezir çok ısrar edince ağacı gidip görmeye karar vermiş.

Günlerden bir gün padişah köylü bir adam gibi giyinerek halkın içine karışmış. Padişah böyle zamanlarda padişah olduğunu saklamak için hep köylü kılığına girerek girermiş köyün içine. Böylece kimse onun padişah olduğunu anlamaz, o da rahat rahat gezermiş tüm sokakları. O gün yine aynı şeyi yapan padişah vezirin öve öve bitiremediği şarkı söyleyen ağacı bulmak için uzun bir süre yürümüş. Ardından köyün dışına doğru olan büyük bahçenin içinde şarkı söyleyen ağacın sesini duymuş. Padişah kulaklarına inanamamış. Bu ağaç gerçekten şarkı söylüyormuş. Üstelik köylüler ağacın etrafında toplanarak kah eğleniyor, kah dans ediyor, kah gülüp oynuyorlarmış. Padişah köylülerin bu kadar mutlu olmasını hazmedememiş. Kendisi bu ülkenin padişahıymış ve en zengini imiş. Bu ağaç insanları mutlu ediyorsa bu mutluluk sadece ve sadece onun olmalıymış. Fakir köylüler ağacın eğlencesini yaşama hakkına sahip değilmiş.

Padişah gördüğü manzara karşısında duyduğu memnuniyetsizlik ve hatta kıskançlık ile sarayın yolunu tutmuş. Saraya girdiği gibi vezirini yanına çağırmış:

Padişah: ‘Yarın hemen o ağacı söküp sarayın bahçesine getiriyorsun. Benim odamın tam altına dikiyorsun. Bundan sonra o ağaç tüm şarkılarını sadece bana söyleyecek’ demiş.

Vezir padişahın talimatını yerine getirmek için hemen harekete geçmiş. Sabah olur olmaz yanına aldığı birkaç adam ve bahçıvan ile ağacı yerinden sökmek için yola koyulmuş.

Şarkı söyleyen ağaç, yeni bir günün sabahına yine çok mutlu başlamış. Güneş parladıkça neşesi yerine gelmiş ve güzel sesi ile şarkılarını söylemeye başlamış. O sırada tarlalarına giden köylüler de ağacın bu güzel sesi ile güne başlamanın keyfini çıkarmış.

Fakat o da ne! Padişahın veziri yanındakiler ile birlikte ağacı yerinden sökmesin mi? Köylüler ‘durun ne yapıyorsunuz?’ demeye kalmadan vezir hepsini kovmuş. ‘Padişahımızın emri, buna karşı mı geliyorsunuz’ diyerek bir de tehdit etmiş köylüleri. Zavallı insanlar susup kalmışlar, üzülerek ağacın sökülmesini izlemişler.

Şarkı söyleyen ağacı söken vezir ve adamları ağacı saraya getirmiş. Padişahın tam da istediği gibi odasının altına dikmiş. Beklemişler ki ağaç şarkılarını söylemeye devam etsin. Ancak ağaçta tık yokmuş! Vezir biraz daha bekleyelim demiş ancak ağaç yine ses vermemiş. Vezir en sonunda pes etmiş ve padişaha durumu bildirmiş. Padişah yine öfkeyle kükremiş:

Padişah: ‘O ağacın nasıl şarkı söylediğini ben duydum. Nasıl olur da burada ses çıkarmaz! Gerekirse birkaç gün hatta birkaç ay bekleyeceğiz, yine de o ağaçtan şarkı dinleyeceğiz’ demiş.

Günler, haftalar, aylar geçmiş ancak şarkı söyleyen ağaç sarayın bahçesinde değil şarkı söylemek sesini bile çıkarmamış. Padişah da artık boşuna beklediğini fark etmiş. Anlamış ki ağaç sadece kendi bahçesinde söylüyormuş o güzel şarkılarını.

Padişah yaptığının yanlış olduğunu anlamış. Ağacı sarayın bahçesinden söktürüp eski yerine diktirmiş. Ağaç daha bahçenin kökleri ile birleştiği anda o güzel sesi ile şarkılarını söylemeye başlamış. Hem padişah hem de köylüler bu duruma çok sevinmişler. Herkes bir arada ağacın şarkılarını dinleyerek, mutlu mesut yaşamışlar.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de uslu çocukların olmuş.

KELOĞLAN VE SİHİRLİ ŞAPKASI
KELOĞLAN VE SİHİRLİ ŞAPKASI

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken; uzak mı uzak diyarların birinde büyük mü büyük, güzel mi güzel bir köy varmış. Bu köy içinde bir de Keloğlan diye bir oğlan varmış. Keloğlanın kafasında hiç saç olmadığı için herkes ona ‘Keloğlan’ demiş ve adı gel zaman git zaman ‘Keloğlan’ olarak kalmış. Keloğlan köyün içerisinde annesi ile birlikte yaşar, kimseye bulaşmadan günlerini geçirirmiş.

Keloğlan bu, adından da belli, kafasında hiç saç yok ki! Bu yüzden üşürmüş keloğlanın kel kafası. Günlerden bir gün annesi daha fazla dayanamamış oğlanın bu haline. ‘Gel’ demiş oğluna ‘pazara gidip sana güzel bir şapka alalım.’ Keloğlan sevinmiş, çünkü havalar soğumaya, kafası da üşümeye başlamış.

Keloğlan ve annesi ağır adımlar ile pazara giderken yolda karşılarına aksakallı bir dede çıkmış. Aksakallı dede anne ile keloğlanı görünce yaklaşmış yanlarına:

Ak Sakallı: ‘Keloğlan, keleş oğlan. Ne arıyorsun söyle bakalım aksakallı dedene’ demiş.

Keloğlan zaten tembel biri imiş, buradan pazara kadar yürümek çok zor gelmiş. Hemen aksakallıya cevap vermiş:

Keloğlan: ‘ Merhaba aksakallı dede, ben bir şapka almak için pazara gidiyorum’ demiş.

Aksakallı dede kaftanının altından güzel bir şapka çıkarmış. Keloğlana uzatarak:

Ak Sakallı: ‘Al bu şapkayı kullan. Ancak bilesin ki benim şapkalarım sihirlidir. Eğer bir gün gelir de çok darda kalırsan, “şapkam davran, kurtar beni bu durumdan” de. Şapkan seni o durumun içinden kurtaracak. Eğer paraya sıkışırsan hemen ‘şapkam davran, ver bana altınlarından” de, sana altın verecek. Eğer olur da şapkanı çaldırırsan da hemen ” şapkam davran, bana gel şapkam” de, şapka hemen senin başına gelecek’ demiş.

Keloğlan aksakallı dedenin anlattıklarını can kulağı ile dinlemiş. Aksakallı dede şapkayı ona verdiğinde ise çok mutlu olmuş. ‘Artık benim sihirli bir şapkam var’ diyerek anası ile birlikte mutlu-mesut dönmüş köyüne.

Eve geldiklerinde Keloğlanın anası hemen girmiş söze:

Anne: ‘Ah benim kel oğlum, keleş oğlum. Nereden bilelim o ihtiyarın bize yalan atmadığını? Sen şimdi bir dene bakalım şapka altın verecek mi?’

Keloğlan annesinin dediğini yapmış. ‘Şapkam davran, ver bana altınlarından’ demiş. Bir de ne görsün! Şapkanın içinden altınlar dökülmesin mi odanın içine!  Keloğlan ve annesi altınları görünce sevinç içinde hemen pazara gitmiş ve tüm ihtiyaçlarını almışlar. Herşeyi yüklemek için bir de eşek almışlar. Doldurmuşlar tüm yükleri eşeğe, düşmüşler anası ile Keloğlan yola…

Daha yolun yarısına gelmeden eşkıyalar çevirmesin mi yollarını! Tepesine kadar yük dolu eşeği görünce hiçbir şey sormadan eşeği alan eşkıyalar, iyi bir ganimet bulduk diye sevinmişler. Ancak Keloğlan durur mu? ‘Şapkam davran, kurtar beni bu durumdan’ demiş. Demesi ile birlikte şapkanın içinden bir sürü köpek çıkmasın mı? Köpekler hırsızları kovalamış ve Keloğlan bu durumdan kurtulmuş.

Keloğlan anası ile birlikte sonunda eve varmış. Birlikte satın aldıkları tüm eşyaları indirmişler. Ardından yemek yapıp yemişler, içmişler. Gece olunca da kafasındaki şapkayı çıkarıp uykuya dalmış Keloğlan.

Gece Keloğlan ve anası uyurken eve üç tane hırsız girmesin mi? Evden üç-beş bir şey çaldıktan sonra çıkarken hırsızlardan birisi Keloğlan’ın sihirli şapkasını görmesin mi? Şapkayı da almış eline, takmış kafasına. O sırada kolu çarpmış vazoya, vazonun sesine uyanmış bizim Keloğlan. Bir de ne görsün, üç tane iri-yarı hırsız evin içinde, üstelik birinin kafasında sihirli şapkası var! Keloğlan’ın aklına hemen sihirli sözcükler gelmiş. ‘Şapkam davran, bana gel şapkam” demiş. Şapka hırsızın kafasından çıkarak uça uça gelmiş kendi kafasına koymuş. Hırsızlar uçan şapkayı gördüklerinde çok korkmuşlar. Korkularından ne aldılar ise bırakıp kaçmışlar.

Keloğlan ve anası hırsızların gitmesi ile derin bir nefes almış. Şapkanın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anlayan Keloğlan, bundan sonra şapkasına gözü gibi bakmış.

Aksakallı dedenin verdiği sihirli şapka sayesinde Keloğlan anası ile birlikte huzur içinde uzun yıllar yaşamış. Kimin başı sıkışsa, derdi olsa ona da yardım etmiş. Herkes Keloğlan’dan ‘kahraman’ diye bahsetmiş.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de yardımsever çocukların olmuş.

 

 

Ayşecik İle Pembe Sultan’ın Arkadaşlık Masalı
Ayşecik İle Pembe Sultan’ın Arkadaşlık Masalı

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken… Buralardan çok uzak çok da eski zamanların birinde küçük bir köy varmış. Bu köyün zengin mi zengin bir padişahı, bu padişahın da güzeller güzeli bir kızı varmış. Padişah kızını çok sever, bir dediğini iki etmezmiş. Güzeller güzeli kızının başına bir şey gelecek diye çok korkar, onu sarayın bir adım dışarısına bile çıkarmazmış. Padişahın güzel kızı Pembe Sultan, bütün günlerini sarayın içerisinde geçirir, dışarının nasıl bir yer olduğunu bile bilmezmiş. Hep aynı nedimeler ile arkadaşlık yapan Pembe Sultan, bazen dışarısının nasıl bir yer olduğunu merak eder, nedimelerinden masal dinler gibi dışarıdaki hayatı dinlermiş.

Bu köyde yaşayan bir de yaşlı ama tonton bir amca varmış. Bu amca köyün sütçüsüymüş ve her gün büyük süt tenekeleri ile köye süt dağıtırmış. Tonton sütçü amca aynı zamanda sarayın da sütçüsüymüş ve her hafta iki gününü sadece saraya ayırır, hem sütleri saraya taşır hem de mutfağına girip sütlü tatlılar yaparmış. Bu tonton sütçü amcanın güzel mi güzel akıllı mı akıllı bir tanecik de kızı varmış. Kızın adı Ayşecikmiş. Ayşecik küçük yaşından itibaren elinden geldiğince babasına yardımcı olmaya çalışır, babasının yükünü hafifletirmiş.

Ayşecik küçüklüğünden beri sarayı merak eder dururmuş. Bunu babasına söylediğinde ise babası daha küçük olduğunu ve biraz büyümesi gerektiğini söylemiş. Ayşecik o gündür bu gündür babasının onu saraya götüreceği günü bekler, dururmuş.

Ayşecik günlerden bir gün daha fazla dayanamamış ve babasından rica etmiş:

Ayşecik: ‘Babacığım bugün beni saraya götürür müsün?’

Babası Ayşecik’in yaşının daha küçük olduğunu söyleyecekmiş ancak kızına baktığında ne kadar hevesli olduğunu görmüş. Kızının bu hevesini kırmak istememiş:

Baba: ‘Tamam kızım, sen artık on yaşında büyük bir kız oldun. Seni saraya götürebilirim. Ancak orada dikkatli olacaksın, yaramazlık yapmayacaksın ve büyük bir kız gibi benim sözümden çıkmayacaksın. Anlaştık mı?’

Ayşecik: ‘Anlaştık babacığım. Çok teşekkür ederim’ demiş.

Ayşecik’in içi içine sığmıyormuş. Küçüklüğünden beri merak ettiği sarayı sonunda görecekmiş. Ayşecik, kahvaltı bittiği gibi süt güğümlerinin at arabasına yüklenmesine yardımcı olmuş. İş bitince de babası ile birlikte arabaya binmiş ve at arabası saraya doğru yola çıkmış.

Aslında çok da uzun olmayan ancak Ayşecik için bir asır gibi geçen bir sürenin ardından babası ve Ayşecik saraya varmış. Ayşecik sarayın kapısını gördüğü gibi içinden ‘ne kadar da kocaman’ diye geçirmiş. At arabası sarayın iç avlusuna girdiğinde mutfaktan birkaç kişi babasına yardım etmek için kapının kenarında bekliyormuş. Babası at arabasını durdurmuş ve Ayşecik’e dönmüş:

Baba: ‘Ayşecik, ben şimdi bu süt güğümlerini içeri taşıyacağım ve mutfakta tatlı yapacağım. Seni de bu sırada Narin Teyze’nin yanına bırakacağım. O sana sarayı gezdirecek. Onu sakın üzme ve lafından çıkma, tamam mı güzel kızım’ demiş.

Ayşecik hemen babasına ‘tamam’ demiş ve kendisini gülümseyerek karşılayan Narin Teyze’nin elinden tutmuş. Narin Teyze sarayın temizliğinde çalışan hizmetlilerden birisiymiş. Uzun yıllar sarayda çalışmış ve saray ahalisi tarafından çok sevilirmiş.

Narin Teyze: ‘Gel bakalım Ayşecik, ben sana sarayı gezdireyim’ demiş.

Ayşecik Narin Teyze ile birlikte koskocaman sarayın odalarını, salonlarını gezmiş, dolaşmış. Sarayın içine dışından daha çok hayran kalan Ayşecik, Narin Teyze’ye merak ettiklerini de sorarak bilgilenmiş. Narin Teyze de bu akıllı ve uslu kız çocuğu ile sarayı gezmekten memnunmuş.

Ayşecik ve Narin Teyze koridorda yürürken karşılarından gelen Pembe Sultan’ı ve nedimelerini görmüşler. Narin Teyze Ayşecik’ e en öndekinin Pembe Sultan olduğunu, bir şey sorarsa cevap vermesini, sözlerine dikkat etmesini söylemiş usulca. Pembe Sultan da kendi yaşındaki bu kızı hemen fark etmiş. Yanlarına yaklaştıklarında Ayşecik’ i bir süre süzdükten sonra Narin Teyze’ye dönerek;

Pembe Sultan: ‘Narin Teyze misafirimiz mi var’ diye sormuş.

Narin Teyze: ‘ Efendim, bu kız sütçünün kızıdır.  Saraya ilk kez geliyormuş. Benden kendisini sarayın içinde gezdirmem istendi’ demiş.

Pembe Sultan kendi yaşında biri ile tanışacak olmanın verdiği heyecan ile hemen Ayşecik’e dönmüş:

Pembe Sultan: ‘ Sarayı beğendiniz mi? Bu arada adınız öğrenebilir miyim?’ demiş.

Ayşecik kendisi ile aynı yaşlarda olan Pembe Sultan’ ın dostça tavırlarından çok memnun olmuş. Hemen ses tonuna dikkat ederek;

Ayşecik: ‘Efendim, adım Ayşecik. Ben küçük yaşımdan itibaren merak ederdim, acaba saray nasıl bir yer diye. Şimdi geldim, sarayı gezdim, gördüm. Gerçekten büyük ve çok güzel bir yermiş. Hayran olmamak elde değil’ demiş.

Pembe Sultan Ayşecik’in konuşmasından da tavırlarından da çok memnun kalmış. İlk defa nedimelerinden başka dışarıdan yabancı biri ile konuştuğu için de çok mutluymuş.

Pembe Sultan: ‘ Ayşecik, istersen odama geçelim, orada konuşmamıza devam edelim’ demiş.

Ayşecik ile Pembe Sultan, iki saate yakın konuşmuşlar. Pembe Sultan ilk kez bir arkadaş edinmenin verdiği mutluluk ile o kadar sevmiş ki Ayşecik’i… Ayşecik de Pembe Sultan’ı çok ama çok sevmiş. Ayşecik babasının kendisini aradığını duyunca onu üzmeden ayrılmak zorunda kalmış Pembe Sultan’ın odasından. Ayşecik ile Pembe Sultan, yarın sabah yeniden buluşmak üzere ayrılmışlar.

Akşam yemeğinden sonra Padişah, Pembe Sultan’ı yanına çağırmış. Bugün sütçünün kızı ile kendi kızının görüştüğünden haberi olan Padişah, bunun yanlış bir davranış biçimi olduğunu kızına anlatmış. Sütçünün kızının alelade bir köylü kızı olduğunu söyleyen Padişah, kendi kızının bu kız ile arkadaş olmasını istemediğini de eklemiş.

Pembe Sultan babasının sözleri karşısında çok ama çok üzülmüş. Tam babasına Ayşecik’in ne kadar hanımefendi ve zarif bir kız olduğunu anlatacakken babası sinirli bir şekilde ayağa kalkmış:

Padişah: ‘Ayşecik mayşecik anlamam ben! Onunla bir daha görüşmeyeceksin! İşte bu kadar!’ demiş.

Pembe Sultan babasının net tavrı karşısında hiçbir şey diyememiş. Odasına gitmiş ve bütün gece ağlamış.

Ertesi sabah Ayşecik Pembe Sultan ile buluşacağı için yine çok heyecanlıymış. Babası ile birlikte saraya giden Ayşecik, babası işini yaparken avlunun içinde Pembe Sultan’ı beklemiş. Ancak ne gelen olmuş ne de giden… Ayşecik uzun süre bekledikten sonra Pembe Sultan’ın gelmeyeceğini anlamış ve babası ile birlikte eve dönmüş. Fakat aklında fikrinde hep tek bir soru varmış: Pembe Sultan neden buluşmaya gelmedi?

Pembe Sultan ise ilk kez biri ile arkadaşlık kurmasını babasının engellemesine çok ama çok üzülmüş ve yemeden içmeden kesilmiş. Birkaç güne kalmamış yataklara düşmüş. Padişah kızının halini gördüğü gibi hemen ülkenin en iyi doktorlarını çağırtmış ancak Pembe Sultan’ın derdine kimse derman bulamamış! Sürekli olarak Ayşecik’in adını sayıklayan Pembe Sultan’ın halini gören Padişah, sonunda pes etmiş ve Ayşecik’ in saraya getirilmesini istemiş.

Pembe Sultan’ın hasta olduğunu duyan Ayşecik hiç vakit kaybetmeden koşmuş arkadaşının yanına. Ayşecik’i yatağının ucunda gören Pembe Sultan ise çok sevinmiş ve onun tatlı sesi ile güzelce uyumuş, dinlenmiş. Pembe Sultan’ın hastalığının en iyi ilacı Ayşecik olmuş.

Kızının sağlığının yeniden yerine geldiğini gören Padişah ise Ayşecik’e teşekkür üzerine teşekkür etmiş. Hakkında düşündükleri yüzünden çok pişman olan Padişah,  Ayşecik’e ‘Sen artık benim ikinci kızımsın’ demiş.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de en iyi arkadaşların olmuş…

YALAN YALANI DOĞURUR
YALAN YALANI DOĞURUR

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde birbirleri ile barış içinde yaşayan hayvanların olduğu kocaman bir orman varmış. Bu ormanda hangi hayvan yokmuş ki… Fareler, sincaplar, kediler, kuşlar, böcekler, tavşanlar, kaplumbağalar… Kısacası görüp görebileceğiniz tüm hayvanlar bu ormanda yaşarmış.

Gel zaman git zaman günlerden bir gün ormanda yaşayan sincap Mino, bir iş karşılığında kazandığı peyniri bir arkadaşına emanet etmek zorunda kalmış. Mino düşünmüş taşınmış, aklına hemen en yakında oturan arkadaşlarından Fare Mini gelmiş. Mini Mino’nun en iyi arkadaşlarından birisiymiş. Hemen Mini’nin evine giden Mino, heyecanla kapıyı çalmış. Kapıyı açan Mini daha hoş geldin bile diyemeden Mino konuşmaya başlamış:

Mino: “Canım dostum Mini, senden bir şey rica edeceğim: Ben gelene kadar peynirime bakar mısın? Başına bir şey gelmesini istemiyorum’’ demiş.

Fare Mini hemen kabul etti dostunun bu ricasını. Peyniri Mino’dan alarak evine koydu.

Sincap Mino evden ayrılınca Fare Mini peynirden bir an olsun gözünü ayırmadı. Arkadaşının güvenini boşa çıkarmak istemiyordu. Ama fare bu sonuçta, peynir de en dayanamadığı yemek. Karnı da aç olan Mini, çok dayansa da en sonunda pes etti ve peyniri afiyetle yedi.

Fare Mini peyniri tamamen midesine indirdikten sonra yaptığı şeyin farkına vardı. O an çok pişman oldu ama nafile! Ne diyecekti şimdi Mino’ya? Fare Mini diyeceklerini kafasında tasarlarken kapı çalmasın mı? Mino işini hızlıca bitirmiş ve peynirini almak için gelmişti bile.

Fare Mini arkadaşına kapıyı açtı. Mino hemen lafa girdi:

Mino: ‘Canım arkadaşım benim. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Ben peynirimi alayım da geç olmadan gideyim.’

Fare Mini çaresizce yalan söylemek zorunda kaldı:

Fare Mini: ‘Mino senin peynirin yok. Tavşan Kiko geldi ve senin peynirini aldı benden.’

Sincap Mino şaşırmış:

Sincap Mino: ‘İyi de tavşan ne yapacak benim peynirimi?’

Fare Mini yalan söylediği için yine yalan söylemek zorunda kalmış:

Fare Mini: ‘Şey, benim ona borcum vardı. O yüzden aldı.’

Sincap Mino devam etti sorularına:

Sincap Munu: ‘Ne borcun vardı senin tavşan Kiko’ya?’

Fare Mini her soruya yalanla cevap vermek zorunda kalıyormuş. Çünkü en başında yalan söylemiş:

Fare Mini: ‘Şey, ben ondan havuç almıştım ama geri veremedim.’

Sincap Mino anlayamamış:

Sincap Mino: ‘Neden geri veremedin peki?’

Fare Mini yalanları ile gitgide köşeye sıkışıyormuş:

Fare Mini: ‘Ben çalışıp kazanamadım ve havucunu ona geri veremedim.’

Sincap Mino arkadaşının neden çalışmadığını merak etmiş:

Sincap Mino: ‘ Niçin çalışamadın peki Mini?’

Fare Mini artık yalanla yalanı idare etmekten bıkmış ama bir kere yalana bulaştığı için doğruyu da söyleyemiyormuş:

Fare Mini: ‘Şey, bu yıl çok sıcak geçti, ben de çalışamadım.’

Sincap Mino biraz sinirlenmiş:

Sincap Mino: ‘Sen benim peynirimi nasıl çalışıp ödeyeceksin peki?’

Fare Mini bakmış ki bu iş böyle olmuyor. Ne kadar yalan söylerse bir o kadar da geriden geliyor. Yalanlarını ancak başka bir yalanla idare edebiliyor. Üstelik arkadaşı Sincap Mino’yu da kızdırıyor. Fare Mini en sonunda pes etmiş:
Fare Mini: ‘Canım arkadaşım ben sana en başında yalan söyledim. Affet beni. Ben peyniri dayanamayıp yedim. Çok açtım ve peynirin kokusu da burnuma çok güzel geldi. Dayanmaya çalıştım ama olmadı. Sen çok kızarsın diye de yalan söyledim, tavşan aldı dedim. Ama baktım ki yalan yalanı doğuruyor, artık bir son vermeliyim bu yalana dedim.’

Sincap Mino arkadaşına ilk baştan yalan söylediği için kızmış ama ardından doğruyu söylediği için de Fare Mini’yi affetmiş. Fare Mini de bir daha yalan söylemeyeceğine dair söz vermiş. Böylece iki arkadaş birbirlerine sarılmışlar ve arkadaşlıklarına devam etmişler.

Sevgili çocuklar, bu masalda da gördüğünüz gibi insanlar bir kere yalan söylemeye başladı mı o yalanın ardı arkası kesilmez. Çünkü söylenen bir yalan diğer söylenecek yalanların da habercidir. Siz siz olun yalan söylemeden önce bir kez daha düşünün. Çünkü bir kere yalan söylemek demek bir daha hep yalan söylemek zorunda kalmaktır.

YARAMAZ FİL YAVRUSU POPİ’NİN BAŞINA GELENLER
YARAMAZ FİL YAVRUSU POPİ’NİN BAŞINA GELENLER

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde büyük bir fil ailesi yaşıyormuş. Bu fil ailesinin en küçük yavruları olan yavru fil, ailenin en inatçı ve en yaramaz üyesiymiş. Küçük yavru filin adı Popiymiş. Popi, inatçılığı ve yaramazlıkları ile fil ailesine artık yaka silktiriyormuş.

Gel zaman git zaman günlerden bir gün, fil ailesi gezmeye çıkacakmış. Baba fil Popi’ye dönerek;

Baba Fil: “ Popi, sen de bizimle gel” demiş.

Popi illa yaramazlık yapacak ya hemen babasının lafının tersini söylemiş:

Popi: ‘“Hayır baba ben sizinle gelmek istemiyorum” demiş.

Anne fil, Popi’nin yanına gelmiş:

Anne Fil: ‘Neden böyle yapıyorsun Popi, hadi gel birlikte gidelim’ demiş.

Popi inatçılığına devam etmiş:

Popi: “Hayır anne ben gelmiyorum’’ demiş.

Popi’ye kim ne dediyse onu ikna edememiş. En sonunda aile pes etmiş ve Popi’yi tek başına bırakıp gezmeye gitmiş.

Popi evde tek başına kalınca bir süre eğlenmiş, oynamış, zıplamış. Ama vakit geçtikçe tek başına olmaktan canı sıkılmış Popi’nin. Oyun oynamak istese arkadaş yokmuş, konuşmak istese konuşacak biri yokmuş. Popi en sonunda tek başına kalmasının bütün kızgınlığını fil olmasına yüklemiş. İçinden kızmış kendi kendisine: “Ben bundan sonra fil olmak istemiyorum.  Bıktım fil olmaktan. Küçük fil olmaktansa hiç fil olmam daha iyi.’

Popi fil olmaktan vazgeçmiş o anda kendi kendine. Ama ne olacakmış? Düşünmeye başlamış acaba ne olsam diye… Daha sonra dışarı çıkıp hayvanlara bakmaya başlamış bir süre. Ağaçların birinden bir diğerine zıplayan maymunlar dikkatini çekmiş Popi’nin. O anda ne olacağını bulduğunu düşünmüş. Hemen bağırmış tüm ormana:
Popi: ‘Ben artık maymunummmm’

Popi’nin bağırışlarını duyan yaramaz maymunlar ağacın tepesinden inip Popi’nin yanına gelmiş. Kimi Popi’nin üzerine çıkarken kimi de oldukça büyük gözüken kulakları ile oynamaya başlamış. Birkaç yaramaz maymun da küçük fil Popi’nin hortumunu çekiştirmeye başlamış. Popi bu yaramaz maymunların elinden zor kurtulmuş ve o anda maymun olmaktan vazgeçmiş.

Popi yolda yürürken rengârenk bir papağan dikkatini çekmiş.  Papağanın renklerine ve bir ağaçtan bir diğer ağaca uçmasına hayran kalan küçük fil, hemen papağanın yanına gitmiş:

Popi: “ Hey! Papağan kardeş, ben de papağan olmak istiyorum. Ben de senin gibi uçmak istiyorum. Bana da uçmayı öğretir misin?” demiş.

Papağan: “Elbette öğretirim, uçmayı öğrenmekte ne var ki ” demiş.

 

Papağan önde küçük fil Popi arkada dik bir yamaca yürümüşler. Papağan bu dik yamaçta uçmayı öğretebileceğini düşünmüş. Hemen Popi’ye dönmüş:

Papağan: ‘Hadi Popi, birlikte uçalım’ demiş.

Papağan kendisini atmış dik yamaçtan ve kanatlarını açarak gökyüzünde salına salına uçmaya başlamış. Ancak küçük fil Popi de onu izleyerek aynısını yapmaya çalışınca olanlar olmuş! Popi yamaçtan yuvarlanmasın mı? Yamaçtan aşağıya yuvarlanmaya başlayan Popi, yuvarlana yuvarlana yamacın en sonuna kadar gitmiş. Yamacın sonuna geldiğinde ancak durabilen Popi’nin yuvarlanmaktan başı dönmüş. Popi, yaptığı bu hareketten sonra çok korkmuş. Zaten yuvarlanmaktan her yeri de acımış.

Küçük fil Popi, o anda ne kadar yanlış bir şey yaptığının farkına varmış. O bir fil yavrusu imiş ve fil yavrusu olarak kalması gerekiyormuş. Popi, ailesini de ne kadar üzdüğünü o anda anlamış. Hemen ailesinin yanına giderek yaptıkları için ailesinden özür dilemiş. Fil ailesi Popi’nin hatasının farkına varmasına çok ama çok sevinmiş. Hep birlikte mutlu bir hayat sürmüşler.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de uslu çocukların olmuş.

 

MEVSİMLER
MEVSİMLER

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, eski zamanların birindeyken, zaman da zaman içinde iken… Uzak mı uzak, gözün bile görmediği, kulakların adını hiç işitmediği diyarların birinde ben diyeyim yıllar önce siz deyin asırlar önce Toprak Ana bu diyarda yaşarmış.

Günlerden bir gün koskocaman diyarda yalnız başına yaşayan Toprak Ana’nın yalnızlık canına tak demiş. Yalnız yaşamak zaten çok zormuş, bu yalnızlığa dayanamayan Toprak Ana’nın canı çok sıkılıyormuş. En sonunda dayanamamış ve tüm dilekleri gerçek yapan masal perisini yanına çağırmış. Derdine çözüm bulursa bir tek o bulurmuş.

Masal perisi Toprak Ana’nın daveti üzerine hemen işini gücünü bırakarak onun yanına gitmiş. Toprak Ana derdini Masal Perisi’ne uzun uzun anlatmış. Peri düşünmüş taşınmış, en sonunda aklına mevsim kardeşler gelmiş. Hemen Toprak Ana’ya müjdeli haberi vermiş:

Masal Perisi: ‘Toprak Ana, mevsim kardeşleri göndereyim ben sana. Bunlar dört kardeşler. Sana hem arkadaşlık hem de sırdaşlık ederler’ demiş.

Toprak Ana Masal Perisi’nin bu teklifin hemen kabul etmiş. Mutlu bir şekilde mevsim kardeşleri beklemeye başlamış. Aradan biraz zaman geçmiş ki bir gürültü bir patırtı Toprak Ana’nın yaşadığı diyarın kapısında belirmiş. Toprak Ana sessizliğe o kadar alışıkmış ki sesleri duyunca neye uğradığını şaşırmış. Kapıdaki mevsim kardeşlere seslenmiş:

Toprak Ana: ‘Mevsim kardeşler, diyarıma hoş geldiniz. Şimdi sıra ile benim yanıma gelin ve kendinizi tanıtın’ demiş.

Toprak Ana’nın bu çağrısı üzerine önce en küçük kardeş gelmiş. Hemen kendisini anlatmaya başlamış:

Küçük Kardeş: ‘Benim adım İlkbahar. Ben size hediye olarak rengârenk çiçekler açan ağaç dalları ve rengârenk çiçekler getirdim’ demiş.

Toprak Ana küçük kardeşi çok sevmiş. Hediyelerini de severek kabul etmiş. Ardından ikinci kardeş gelmiş:

İkinci Kardeş: ‘Merhaba Toprak Ana. Benim adım Yaz. Ben de sana hediye olarak en güzel meyveleri getirdim. Çilek, kiraz, şeftali hepsi benim içimde’ demiş.

Toprak Ana bu kardeşi de çok sevmiş. Sıcaklığı hemen hissediliyormuş. Ardından üçüncü kardeş gelmiş Toprak Ana’nın huzuruna.

Üçüncü kardeş: ‘Merhaba Toprak Ana. Benim adım sonbahar. Ben de sana hediye olarak sarı yapraklar getirdim’ demiş.

Toprak Ana bu kardeşin de yalnızlığını ve sakinliğini sevmiş. Ardından son kardeş gelmiş ve her yeri beyaz bir rüzgârla kaplamış:

Dördüncü Kardeş: ‘Merhaba Toprak Ana. Benim adım Kış. Ben de her yeri bembeyaz yaparım. Çok soğuk olurum’ demiş.

Toprak Ana dördüncü kardeş ile de tanışmış. Ama kardeşlerin hepsi bir araya gelince rahat durur mu, başlamışlar kavga etmeye. Her biri kendi isimlerini söyleyip kendilerinin daha güzel olduğunu anlatmaya çalışıyormuş Toprak Ana’ya. Toprak Ana hepsinin aynı anda bu diyarda kalamayacaklarına karar vermiş. Daha iki dakika bile olmadan kafası şişmiş. Toprak Ana kardeşlerin gürültüsüne daha fazla dayanamamış:

Toprak Ana: ‘Yeter! Şimdi hepiniz beni dinleyin! Hepiniz bir arada burada kalamazsınız. En iyisi aranızda anlaşın ve sırayla gelerek her biriniz üç ay burada kalın’ demiş.

Mevsim kardeşler Toprak Ana’nın bu sözleri üzerine oturup düşünmüşler ve sırayla gelip üç ay kalmaya karar vermişler. Yılın ilk zamanları mevsim kardeşler arasından kış ziyaret edecekmiş Toprak Ana’yı. Üç ay geçince yerini ilkbahara bırakacakmış. İlkbahar ise üç aylık ziyaretinden sonra yerini Yaz mevsimine bırakacakmış. En sonunda ise Sonbahar devir alacakmış misafirliği.

İşte çocuklar, dünyamızı ziyaret eden mevsimlerin masalı böyle çıkmış ortaya…

d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

ÇAM AĞACI İLE ORMAN PERİSİ
ÇAM AĞACI İLE ORMAN PERİSİ

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, pire berber iken, ben dayımın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Aşağıdan gelmez mi bir ses, duyun hem de ne ses! Nerden geldi diye bakmaya niyetlendim, yüz ayak merdiveni bir çırpıda atladım. Vardım aşağıya ama bir de ne göreyim, neye bakayım! Bakmaz olaydım da keşke görmez olaydım… Aşağıda var bir sürü kalabalık, hepsi birbirinden ayık! Vardım kalabalığın yanına dedim onlara; Nereye gidiyorsunuz böyle? Biri çıktı dedi ki; ‘Masal dinlemeye’… E kim anlatır ki bu masalı dememe kalmadı; bir peri aldı beni kanadına, uçurdu götürdü masal diyarına… Bu diyardan size de var bir masal, dinleyin bakalım neler der size bu masal…

Ben diyeyim yıllar, siz deyin asırlar önce, büyük bir orman varmış dünyanın en güzel yerinde. Bu ormanda türlü türlü ağaçlar yaşar, hepsinin yapraklarının gölgesi ise tüm dünyaya yetermiş. Bu ağaçların birisi de büyük mü büyük bir çam ağacı imiş. Hani şu dikenli yaprakları olan ve mis gibi kokan çam ağaçları var ya, işte ondanmış. Ama bu çam ağacı o kadar mutsuz o kadar keyifsizmiş ki… İçinden düşünür de dururmuş: ‘’Öteki ağaçların ne güzel yaprakları var, kocaman kocaman. Ama bir de benimkilere bak diken diken! Ne kuşlar konuyor benim yapraklarıma ne de insanlar iltifatlar ediyor! Keşke öteki ağaçlardan bir farkım olsa, hepsinden güzel yapraklarım olsa…’

Günlerden bir gün Orman Perisi bütün ormanı gezerken, çam ağacının kendi kendine konuştuğunu duymuş. Orman Perisi, ormanda yaşayan herkesin dileklerini gerçeğe çeviriyormuş. Bu yüzden çam ağacının üzgün olduğunu görünce onun da isteklerini yerine getirmek için yanına yaklaşmış:

Orman Perisi: “Söyle bakalım çam ağacı, sen neden üzgünsün?’’

Çam Ağacı: ” Orman Perisi neden benim de güzel ve kocaman yapraklarım yok? Şöyle pırıl pırıl parlayan yapraklarım olsa ne kadar da güzel olurdu!’’

Orman Perisi çam ağacının mutsuzluk nedenini anlamış. Hemen değneğini oynatmış ve çam ağacı aynı istediği gibi baştan aşağı kristal yapraklarla donanmış. Bir anda ışıl ışıl olmuş çam ağacı. Çevredekiler hayran kalmışlar çam ağacının kristal yapraklarına.

Çam ağacı o kadar keyifliymiş ki… Ama bu mutluluğu uzun sürmemiş. Bir gece çıkan ani fırtına ile çam ağacının kristal yaprakları birbirine çarpmış ve hepsi kırılmış. Çam ağacı tüm yılı yapraksız geçirmek zorunda kalmış.

Gel zaman git zaman derken ertesi yıl olmuş. Çam ağacı yine dikenli yapraklarından şikâyet eder dururmuş. O sırada Orman Perisi gelmiş. Çam ağacı geçen sene başına gelenleri bir bir anlatmış periye. Bu sefer kristal yaprak istememiş. Orman Perisi de çam ağacına bu sene gümüşten yapraklar vermiş. Çam ağacı yine pırıl pırıl olmuş. Gelen geçen herkes hayranlıkla ona bakıyormuş. Çam ağacı yine çok mutluyken, yapraklarının gümüş olduğunu duyanlar bir gece aniden gelmiş ve çam ağacının bütün yapraklarını kopararak ağacı yapraksız bırakmış. Çam ağacı yine yapraksız geçirmiş bütün bir kışı…

Gel zaman git zaman kış geçmiş, bahar yine gelmiş. Çam ağacı bu sefer ne isteyeceğini çok iyi biliyormuş. Orman Perisi yanına geldiğinde hemen söylemiş ona:

Çam Ağacı: ‘Orman Perisi, ne olur yapraklarım ne kristalden ne de gümüşten olsun, sadece gerçek yaprağa benzesin ama çok güzel koksun.”

Orman Perisi ‘Hay hay’ demiş. Orman Perisi çam ağacına bir koku vermiş ki; ormanın en ucundan duyulmuş. Tabi bu kokuyu duyan keçiler, kuşlar hepsi bir koşu gelmiş mi çam ağacının başına! Tüm keçiler, koyunlar çam ağacının güzel kokan yapraklarını bir güzel yemişler. Böylece çam ağacı kış mevsimini yine yapraksız geçirmiş.

Gel zaman git zaman çam ağacı artık ne gösteriş istiyormuş ne de güzel yapraklar! Sadece kendi yapraklarını geri istiyormuş. Orman Perisi geldiğinde ona yalvarmış:

Çam Ağacı: ” Orman Perisi, ben ne güzel gözüken yaprak isterim senden ne de güzel kokan yaprak. Yine diken diken olsun ama yeter ki üstümde dursun’’ demiş.

Orman Perisi sihirli değneği ile çam ağacına eski dikenli yapraklarını geri vermiş.

Sevgili çocuklar, işte çam ağacının dikenli yapraklarının masalı budur. Çam ağacı gösterişten vazgeçince her kış mevsimini yaprakları ile geçirmeyi başarmıştır.

 

YARAMAZ SİNCAP MUNU
YARAMAZ SİNCAP MUNU

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer ise tellal iken; ben de dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde sevgi ülkesinin içerisinde büyük bir bahçe varmış. Bu bahçede tonton bir dede yaşarmış. Tonton dede bütün gün bahçe içerisinde gezinir, bahçeye yeni fidanlar, sebze ve meyveler ekermiş. Meyveler- sebzeler büyüdüğünde rengârenk gözükür, çiçek açan ağaçlar bahçeyi adeta bir resim haline çevirir. Onlara gözü gibi bakan bu tonton dede, zamanı geldiğinde yetiştirdikleri toplar, kocaman bahçeden çıkan meyve-sebzelerle bütün bir kışı aç kalmadan geçirirmiş.

Gel zaman git zaman bu güzel bahçeye bir gün tilki dadanmış. Tilki kurnazlığı ile meşhur ya kendisini çok iyi kamufle ettiğinden tonton dede onu bir türlü yakalayamıyormuş. Tonton dedenin bahçesindeki meyve ve sebzelerden yiyen bu utanmaz tilki, tonton dede bahçeden uzaklaşınca hem ağaçlara hem de tavukların olduğu kümese dadanırmış.

Bahçede sadece meyve ve sebze yokmuş tabi. Tonton dedeye her gün yumurta veren tavuklar, süt veren inekler ve yemyeşil çimlerde koşturan minicik, sevimli mi sevimli sincaplar da yaşarmış. Bu sincaplardan birisi de yaramazlığı ile meşhur olan Munu imiş.

Munu anne ve babasının uyarılarına aldırmadan tonton dede bahçeden ayrıldığı gibi bahçeye dadanan ve tavukları kümesten kovalayan tilkiyi izlermiş. Tilkiyi izlemek için de en yüksek ağaçların birinin tepesine çıkarmış.

Günlerden bir güm yaramaz sincap Munu yine anne-babasını dinlemeden her zamanki ağacına tırmanarak tilkiyi beklemeye başlamış. Fakat o da ne! Birdenbire öyle bir fırtına kopmuş ki zavallı minik sincap Munu ağacın tepesinde kalakalmış. Bu rüzgârda ne aşağıya inebiliyormuş, ne de bağırabiliyormuş…

Küçük sincap Munu ağaç üzerinde canını kurtarmaya çalışırken ağacın altında kendisine kahkahalarla gülen tilkiyi görmüş:

TİLKİ: ‘Seni yaramaz sincap Munu, seni… Demek her akşam ağaç tepesine çıkıp benim neler yaptığımı izliyordun! Ağaç tepelerinde gezeceğine benim yaptığım gibi deliklere sığınsaydın böyle olmazdı. Şimdi sen oradan nasıl ineceğini düşünedur, ben gidip şu kümesteki tavuklara dadanayım’ demiş.

Sincap Munu üzülse de tilkiye bir şey söylememiş. Tilki onu ağacın tepesinde bırakıp giderken Munu bir daha anne-babasının sözünden çıkmamaya söz vermiş kendi kendine.

 

Munu tam ağlamaya başlayacakken şiddetle esen fırtına birdenbire durulmuş. Sincap Munu birdenbire ne olduğunu anlayamasa da hemen ağaçtan inmeye başlamış. O sırada bahçenin sahibi olan tonton dede de rüzgârın dinmesini fırsat bilerek evinden çıkıp kümese doğru yürümeye başlamış. Munu o anda tilkinin içeride olduğunu hatırlamış.

Tonton dede kümesi açtığı anda aylardır aradığı tilkiyle karşılaşmış. Öfkesinden ne yapacağını bilemeyen tonton dede başlamış Munu’yu kovalamaya. Bunu gören köpekler durur mu? Onlar takılmış Munu’nun peşine. Çünkü tonton dede artık yaşlıymış ve hızlı koşamıyormuş!

 

Munu uyanık tilkiyi kovalayan köpekleri görünce içten içe sevinmiş. Çünkü az önce ağaç tepesinde yardıma ihtiyacı olmasına rağmen bu tilki kendisine yardım etmemiş. Fakat sonra kendisine kızmış minik sincap Munu. Kurnaz tilkinin köpekler tarafından kovalandığını gören Munu, az önce kendisinin de bir belayı zar zor atlattığını düşünerek, kurnaz tilkinin başına gelen bu duruma asla gülmemiş. Çünkü atalarımız ne demiş: ‘Gülme komşuna, gelir başına…’

Minik sincap Munu ve kurnaz tilkinin masalı böylece son bulmuş. Gökten üç elma düşmüş… Bir tanesi masalı anlatana, bir tanesi kurnaz tilkinin kafasına, bir tanesi de minik sincap Munu’nun kafasına…

document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);