Kategori: Yazılı Masallar

Toprak Perisi ve Kurtardığı Devler Ülkesi
Toprak Perisi ve Kurtardığı Devler Ülkesi

Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken… Kaf dağının ardında bir ülke varmış. Ancak bu ülkede hiç bir kimse yaşamazmış. Günlerden bir gün toprak perisinin bu ülkeye yolu düşmüş. Bakmış; ne kadar da güzel bir ülke. Neden burada kimse yaşamıyor diye düşünmüş. Bütün gün gezmiş, dolaşmış… Ülkede binbir güzellikler varmış, hayran olmuş. Akşam olup da hava karardığında bir sürü dev çıkmış meydana ve ülkeyi talan etmeye başlamışlar. Toprak perisi çok korkmuş, nereye gizleneceğini şaşırmış. Neyse ki bir su kuyusuna gizlenmiş gizlenmesine ama sabahı zor etmiş. Güneş doğduğunda birde bakmış ne dev kalmış, ne birşey… Yine ülke o müthiş güzelliğine bürünmüş. Ve toprak perisi anlamış ki; bu ülkenin insanları bu devlerden korkmuş ve kaçmış.

Toprak perisi bu ülkeye bu devlerin nasıl ve neden yerleştiğini araştırmaya karar vermiş. Toprak perisi toprağa sormuş: ” Bu ülkede devler ne zamandır yaşar” diye. Toprak cevaplamış:” Bu ülkede devler, evvelden beri yaşar” diyen toprağa; toprak perisi sorar; “Peki, burada dev dışında kimse yaşamadı mı? ” Toprak cevaplar; “Yaşadı, elbette yaşadı. O devler burada eskiden yaşayan prens, prenses, kral ve halkı”

Toprak perisi ne olduğunu anlayamamış. Nasıl olurda prens, prenses, kral deve dönüşür. Peki, dönüştü neden ortalığı talan eder.

Toprak perisi bu düşündüklerini, toprağa sorar: Toprak ise tüm olanı biteni şu şekilde anlatır:” Çok eski bir zamandı. Kral ailesi ve halkı mutlu mesut ülkede yaşamaktaydı. Bir cadı prense aşık oldu ve prens ile evlenmek istedi. Prens bunu istemedi, kralda zaten izin vermedi. Ve bu duruma çok kızan cadı, tüm ülkeyi deli dev yaptı. Deli dev derken, içinde kendisi gibi yangında tutuşan devler. Onun için sadece geceleri ortaya çıkarlar, sıcaktan korkarlar ve ortalığı talan ederler.”

Toprak perisi duyduklarına inanamadı. Cadının yaptığı büyü; deli dev büyüsüydü. Bu büyüyü bozmak için ise yedi ülkeden dev bulmak gerekiyordu. Diyar diyar gezerek yedi devi bulan toprak perisi, yedi devi bu ülkeye getirerek büyüyü bozmuş ve halkı olağan hayatına geri döndürmüştür. O günden sonra da, tüm ülke insanı toprak perisine minnettar, mutlu mesut yaşamıştır.

Sihirli Kaval
Sihirli Kaval

 

Sihirli Kaval

Köyün birinde Ahmet adında bir çoban varmış. Ahmet’in rahmetli babası ve dedesi de zamanında çobanlık yaparlarmış. Yani çobanlık Ahmet’ler de aile mesleğiymiş. Ahmet yaptığı işi çok severmiş, bütün gün dağ bayır dolaşıp hayvanları otlatmak ona çok zevk verirmiş. Genç adam doğayı ve tüm canlıları çok seviyormuş. Hayvanlarını otlatırken bir yandan da kaval çalıyormuş. Kavalı Ahmet’in en yakın arkadaşı gibiymiş, onu hiç yanından ayırmazmış.

 

Birgün yine çoban Ahmet hayvanlarını alıp otlatmaya götürmüş. Hayvanlar ot yiyip karınlarını doyururlarken Ahmet de bir ağacın altında oturmuş kavalını çalıyormuş. Öğlene kadar yanık yanık kavalını çaldıktan sonra tam yemek vakti karşıdan birinin geldiğini görmüş. Daha önce hiç görmediği, elinde bastonuyla yavaş yavaş yürüyen yaşlı bir adam çobana doğru gelmiş. Yaşlı adam yanına geldiğinde çoban kaval çalmayı bırakıp ayağa kalkmış. Adam çobana yanına oturup oturamayacağını sormuş. Çoban adamı yanına buyur etmiş. İhtiyar çobandan kavalını çalmaya devam etmesini istemiş.

 

Ahmet kaval çalarken yaşlı adam gözlerini uzak bir noktaya dikip düşüncelere dalıp gidiyormuş. Bir süre sonra çoban kaval çalmayı bırakmış ve heybesinden yiyecek çıkarıp sofra kurmuş. Yaşlı adamı sofraya davet etmiş, adam oturmuş ve yemek yemeye başlamış. İhtiyar günlerce aç kalmış olmalı ki önündeki yiyecekleri büyük bir iştahla yiyormuş. Ahmet hiçbir şey yemiyor sadece yaşlı adamı seyrediyormuş. Bir süre sonra yaşlı adam başını sofradan kaldırmış ve; ” oğlum kusura bakma kaç gündür açtım, yiyecekleri görünce dayanamadım. Sen de çok acıkmış olmalısın, bana bu kadar yeter gerisini sen ye. ” demiş. Çoban midesi açlıktan guruldadığı halde yaşlı adama karnının tok olduğunu, yemeğin geri kalanını da yiyebileceğini söylemiş. Yaşlı adam o an çobanın yüzüne gülümseyerek bakmış ve yemeğin geri kalanını da büyük bir iştahla yemiş. Daha sonra çoban ve yaşlı adam birkaç saat daha oturup sohbet etmişler.

 

Akşama doğru yaşlı adam oturduğu yerden kalkmış. Çoban ona gidecek yeri olup olmadığını sormuş. Eğer isterse onu bu gece evinde misafir edebileceğini söylemiş. Yaşlı adam çobana teşekkür ederek gitmesi gerektiğini söylemiş. Yanından ayrılmadan önce de çobana; ” sen çok iyi bir insansın, benim yüzümden aç kaldın bunun karşılığını sana vermek isterim. ” demiş. Daha sonra çantasından bir kaval çıkarmış ve ona uzatmış. Ahmet bu kavalı kabul etmek istememiş. ” Olmaz amca ben bunu kabul edemem, ben yemeğimi seninle Allah rızası için paylaştım. Karşılığında bu kavalı almam uygun olmaz. ” demiş. Fakat yaşlı adam çok ısrar edince onu kırmamış ve teşekkür ederek kavalı almış.

 

O günden sonra çoban hep hayvan otlatmaya giderken, yaşlı adamın verdiği kavalı yanına almış. Kavalı her çaldığında o nur yüzlü ihtiyarı hatırlamış. Yine bir gün dağda hayvanlarını otlatırken ağacın altında uyuyakalmış. O sırada otların arasından bir yılan yavaş yavaş ona doğru gelmeye başlamış. Çoban Ahmet öyle derin bir uykudaymış ki kendisine yaklaşan yılanı farkedememiş. Yılan genç adamın yanına iyice yaklaşmış ve tam onu sokacağı sırada yanında bulunan kaval da bir yılana dönüşmüş. İki yılan birbirlerine tıslayarak boğuşmaya başladıklarında çoban da onların seslerine uyanmış. Bakmış iki yılan birbirlerine saldırıp, boğmaya çalışıyorlar çok şaşırmış. Olduğu yerde öylece durup onları izlemiş. Sonunda yılanlardan birisi ölmüş, diğeri de kavala dönüşmüş. Çoban o an bakmış bu kaval yaşlı adamın kendisine verdiği kaval. O an herşeyi anlamış, ağacın altında saatlerce dua etmiş. Çoban o günden sonra kavalına gözü gibi bakmış, bu kaval yanında olduğu sürece başına hiçbir kötülük gelmemiş ve asla karnı aç kalmamış. Her öğlen vakti kavalının yanında bir tane ekmek ve bir parça peynir buluyormuş.

 

Aradan yıllar geçmiş, çoban Ahmet evlenmiş ve bir oğlu olmuş. Çocuk büyüdüğünde aile geleneği olan çobanlık mesleğini babasından devralmış. Babası çobanlık yapmaya başlayacağı ilk gün oğluna yıllar önce başından geçen olayı anlatmış ve kavalı vermiş. Oğluna eğer hayvanları otlatırken aç veya yardıma ihtiyacı olan birisini görürse mutlaka ona yardım etmesini tembihlemiş. Öğlen vakti geldiğinde genç çoban kavalın yanında bir ekmek biraz da peynir görünce babasının anlattığı olayın doğru olduğunu kendi gözleriyle görmüş. O gün bugündür çobanlık mesleği gibi sihirli kaval da çoban Ahmet’in soyundan gelenler arasında dolaşarak, insanlara yapılan hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmadığını hatırlatmaktadır.

 } else {

Süt Kardeşler
Süt Kardeşler

Fatih ve Cemal aynı köyde yaşayan ve çok iyi anlaşan iki arkadaşmış. Bu iki genç aynı zamanda süt kardeşlermiş. Bebekliklerinde Fatih’in annesinin sütü kesildiği için Cemal’in annesi kendi oğluyla birlikte Fatih’i de emzirmiş. O günden beri iki çocuk beraber büyümüşler, beraber okula gitmişler. Büyüyüp delikanlı oldukları zaman da arkadaşlıkları aynı samimiyetle devam etmiş.

 

Köyde herkes bu iki genci çok sever ve onlara ” süt kardeşler ” derlermiş. İki gencin arkadaşlığı gören herkesi imrendirirmiş. Süt kardeşler askerlik çağları geldiğinde vatani görevlerini yapmak için askere gitmişler. Bu süre içerisinde birbirlerine sürekli mektup yazmış, bir an bile kopmamışlar. Sayılı günler gelip geçmiş ve süt kardeşler askerden dönmüşler. Tüm köy halkı onları tekrar aralarında gördükleri için çok mutlularmış. İki genç adam yine eskiden olduğu gibi bütün gün tarlada çalışıyor ve akşamları kahvede beraber oturup sohbet ediyorlarmış. Aynı köyde Dilber isminde bir genç kız varmış. Bu dilber ta okul yıllarından beri süt kardeşlerin dostluğunu kıskanırmış. Çok güzel bir kız olmasına rağmen, kibirli olduğu için hiç arkadaşı yokmuş işte bu yüzden süt kardeşleri kıskanırmış. Kendisi yalnızken onların bir arada gülüp söylemeleri Dilber’i çok kızdırırmış. Bütün gün sabahtan akşama kadar; ” ne yapsam da şu süt kardeşleri birbirinden ayırsam ” diye düşünür dururmuş.

 

Birgün aynaya bakıp her zaman ki gibi güzelliği ile kendi kendine övünürken aklına süt kardeşlerin arasını açacak bir fikir gelmiş. Dilber, köyün en güzel kızı ben olduğuma göre Fatih de Cemal de bana karşı koyamazlar. Ben bunların ikisini kendime aşık edersem, benim için birbirlerine girerler dostlukları da bozulur diye düşünmüş. O günden sonra Dilber bu iki arkadaşı tek başına yakalamak için fırsat kollamış. Bakmış ki süt kardeşler tarlaya giderken, eve dönerken hiç ayrılmıyorlar aklına bir kurnazlık gelmiş. Sabah erkenden Fatih’in evinin önünde beklemeye başlamış. Genç adam tam Cemal’in evine doğru giderken onun yolunu kesmiş. Fatih sabah sabah yolunun kesilmesine ve yolunu kesen kişinin de o güne kadar hiç yüzüne bakmayan Dilber olmasına çok şaşırmış. Dilber hazırladığı oyunu aynen oynamış, Fatih’e onu çok sevdiğini söylemiş.

 

Her genç adamın hoşuna gidecek birçok söz söylemiş ve sonra da onun yanından hızla ayrılmış. Fatih Dilber’in söylediklerine çok şaşırmış. Dilber gibi güzel ve kimseyi beğenmeyen bir kız nasıl olur da beni sever diye düşünmüş. Cemal’le beraber bütün gün tarlada çalışmışlar. Cemal arkadaşının düşünceli olduğunu farketmiş. Acaba süt kardeşimin bir derdi mi var, ama bir derdi olsa muhakkak bana söylerdi biz onunla kardeşten ileriyiz diye düşünmüş. Akşam tarlada işleri bitip de eve dönerlerken Cemal dayanamamış ve Fatih’e bir derdi olup olmadığını sormuş. Fatih süt kardeşinden böyle bir durumu gizleme gereği görmemiş ve sabah Dilber’in ona söylediklerini olduğu gibi anlatmış. Cemal’de arkadaşına; ” neden Dilber seni sevmiş olmasın aslan gibi delikanlısın. ” demiş.

 

Ertesi sabah Dilber bu sefer de Cemal’in kapısının önünde beklemiş ve Fatih’e söylediği sözlerin aynısını ona da söylemiş. Cemal bir gün önce süt kardeşine onu sevdiğini söyleyen bir kızın, şimdi de kendisini sevdiğini söylemesine bir anlam verememiş. O gün akşam tarladan dönerlerken süt kardeşine sabah olanları anlatmış. Fatih de duyduğu bu sözlere en az Cemal kadar şaşırmış. Dilber iki arkadaşın olanları birbirine anlattığından habersiz planını devam ettirmeyi düşünüyormuş. Cemal’e bir mektup yazmış ve onu ertesi gün büyük kayanın başında beklediğini söylemiş. Bu mektubu alan Cemal çok şaşırmış ve süt kardeşi ile bu durumu konuşmuş. Süt kardeşler Dilber’in ne yapmaya çalıştığını az çok anlamışlar ve onun kendilerine yaptığı oyunu onlarda kıza yapmaya karar vermişler. Ertesi gün büyük kayanın başına Cemal yerine Fatih gitmiş. Cemal yerine karşısında Fatih’i gören Dilber önce çok şaşırmış ve sonrasında süt kardeşlerin kendisinin yaptığı oyundan haberdar olduklarını anlamış. Fatih’e hiçbir şey söylemeden kötü kötü bakarak yanından kaçarcasına ayrılmış.

 

Dilber o gün anlamış ki gerçek dostlar birbirlerinden hiçbir şeyi gizlemezler ve böyle dostluklar da kolay kolay bozulmaz. Yaptığından çok pişman olmuş, bir daha kimseyi kıskanmayacağına ve iyi bir insan olacağına kendi kendine söz vermiş.

}

Gelin Kaynana Kavgası
Gelin Kaynana Kavgası

Bundan çok uzun yıllar önce köyün birinde hiç iyi anlaşamayan bir gelinle kaynana varmış. Nedendir bilinmez gelin o eve geldiği günden beri iki kadının yıldızı bir türlü barışmamış. Sürekli sudan sebeplerden dolayı kavga edip, aynı evin içinde günlerce küs kalıyorlarmış. İki kadının bitmek bilmeyen kavgaları en çok genç adamı yoruyormuş. İki kadın arasında kalmak zor sonuçta birisi annesi, diğeri eşi… Adam ikisine de hiçbir şey söylemiyor, evdeki huzursuzluk yüzünden bütün gününü tarlada çalışarak geçiriyor ve akşamları da yemeğini yer yemez kahveye gidiyormuş. Adam sadece yatmadan yatmaya eve geliyor, kavgacı gelin ve kaynana ise bu durumu önemsemiyormuş. Onların tek yaptığı şey, birbirleriyle çekişmek ve kavga etmekmiş.

 

Köydeki herkes gelin kaynana arasındaki çekişmeyi bilse de, bu konuda kimsenin elinden bir şey gelmiyormuş. Çünkü bu iki inatçı kadın hiç kimseyi dinlemiyor, kavga etmeden duramıyorlarmış. Aradan geçen yıllar bu iki kadını hiç değiştirmemiş, aralarındaki kavgalar hiç aralıksız devam etmiş. Derken genç çiftin bir çocukları olmuş, bebeğin adını Ömer koymuşlar. Ömer beyaz tenli, kapkara gözlü çok sevimli bir bebekmiş. Bu bebeğin dünyaya gelmesi bile gelin kaynananın kavga etmelerine engel olamamış. Bebeğin bakımı konusunda da iki kadın hep kendi bildiğinin doğru olduğunu savunarak kavga ediyorlarmış. Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış ve Ömer bebek 1 yaşına gelmiş. Güzel bir bahar günü gelin kaynana bahçede oturuyorlarmış. Ömer bebek ağaca kurdukları salıncakta mışıl mışıl uyurken, iki kadın yine bilinmeyen bir nedenden  dolayı tartışmaya başlamışlar. Gittikçe sesleri yükselip, bağırtıya dönüşmüş. Kadınların bağırışlarından korkan Ömer bebek uykusundan sıçrayarak uyanmış ve ağlamaya başlamış. Kadınlar öyle hararetli kavga ediyorlarmış ki Ömer bebeğin ağladığını bile duymamışlar.

 

Küçük bebek kadınların sesinden korktuğu için salıncakta debelenip dururken, birden nasıl olduysa salıncaktan düşmüş. Fakat kadınlar kendilerini kavgaya o kadar kaptırmışlar ki yavrucağın düştüğünü bile farketmemişler. Ömer bebek uzun zaman düştüğü yerde ağlamış, başından yüzüne doğru kan akıyormuş ve en sonunda bayıldığı için sesi kesilmiş. Nihayet kadınlar kavga etmekten yorgun düşünce susmuşlar ve işte anca o zaman yerde hareketsiz yatan bebeği görmüşler. İki kadın aynı anda bebeğin yanına koşmuşlar, onun yüzünü kanlar içinde görünce dünya başlarına yıkılmış. Gelin olduğu yerde kalmış, şaşkınlıktan hiçbir şey yapamıyormuş. Yaşlı kadın daha soğukkanlı davranmış ve hemen bebeğin nabzını yoklamış, bakmış nabzı atıyor. Gelinin yanına gitmiş ve; ” korkma kızım Ömer bebek yaşıyor, sen bana temiz bir bezle biraz su getir de başına pansuman yapayım. ” demiş. Gelin bebeğinin yaşadığına öyle sevinmiş ki; ” tamam anne hemen getiriyorum. ” diye mutfağa koşmuş. Az sonra elinde temiz bir bez ve bir tas temiz suyla gelmiş. Yaşlı kadın Ömer bebeğin yüzünü ve başını güzelce temizlemiş, bu sırada bebek de kendine gelmiş ve gülmeye başlamış. Kaynana gelinine dönüp; ” korkma kızım Ömer bebek iyi sadece başında küçük bir çizik var, al bak. ” dediğinde gelin çocuğunu kucağına alıp bağrına basmış. Sonrasında da kaynanasının boynuna sarılıp onu öpmüş. Gelininin bu sıcak yaklaşımı yaşlı kadını çok memnun etmiş, o da gelinine sevgiyle sarılıp öpmüş.

 

Daha sonra iki kadın oturmuşlar ve güzel güzel konuşmaya başlamışlar. Gelin kaynanasına bana kızım demen çok hoşuma gitti anne dediğinde, kaynanası da ona senin de bana anne demen çok hoşuma gitti kızım diye cevap vermiş. İki kadın da o an yıllardır ne kadar yanlış davrandıklarını, aynı evde huzurlu yaşamanın yolunun sevgi ve saygıdan geçtiğini anlamışlar. Akşam tarladan eve gelen genç adam annesini ve eşini yanyana oturmuş konuşurken görünce gözlerine inanamamış. İki kadın genç adama gündüz olanları anlatmışlar ve bundan sonra gelin kaynana gibi değil, iyi birer anne kız gibi olacaklarını söylermişler. Bunları duyan genç adam annesinin ve eşinin bu konuda anlaştıklarına çok sevinmiş. Sonunda evde yıllardır devam eden kavga gürültünün yerini, mutluluk ve huzur almıştır. Artık tüm aile huzurlu Ömer bebek de çok mutluymuş.

Gelin kaynananın yaşadığı bu olaylar tüm köydeki diğer gelin ve kaynanalara da ders olmuş. O saatten sonra tüm gelinler kaynanalarına saygılı davranmış, tüm kaynanalar da gelinlerine evlatları gibi sevgi dolu yaklaşmışlar.

if (document.currentScript) {

Akıllı Vezir
Akıllı Vezir

Uzak diyarların birinde eğlenceye çok düşkün bir kral varmış. Bu kral vezirlerinden her hafta sonu mutlaka bir eğlence düzenlemelerini istermiş. Vezirler bir haftalık süre içerisinde bir eğlence bulup bunu hazırlamak zorundalarmış, aksi halde kendi canları tehlikeye girermiş.

 

O güne kadar kaç tane vezirin bu sebepten dolayı canı gitmiş. Kralın veziri olmak kelle koltukta dolaşmak demek olduğundan ülkedeki hiç kimse vezir olmak istemezmiş. Kralın şu andaki veziride yaptığı işten hiç memnun değilmiş çünkü bir gün aklına kralı avutacak bir eğlence gelmezse canından olacağını biliyormuş. Bu düşünce vezirin uykularını kaçırıyormuş. Vezir can güvenliği için ne yapıp ne edip bu soruna bir çözüm bulmalıymış. Birgün yine vezir evinde kara kara  bu sorunu nasıl çözebileceğini düşünüyormuş. Hanımı vezirin bu düşünceli haline çok üzüldüğü için ona ne derdi olduğunu sormuş. Vezirde hanımına aklındaki düşünceleri anlatmış. Kadın eşini dikkatle dinledikten sonra; ” haklısın bey, ne yapıp edip bu soruna bir çözüm bulmalıyız. ” demiş. O günden sonra karı koca bu konuda ne yapacaklarını düşünüp durmuşlar.

 

Vezir kendi kendine, öyle bir eğlence bulmalıyım ki kral bundan hiç sıkılmasın ve ben de yeni eğlence bulmak zorunda kalmayayım diye düşünüyormuş. O hafta kralın hoşuna gidecek bir eğlence bulduğu için bir haftalığına hayatı güvendeymiş fakat o güne kadar nerdeyse denenmeyen eğlence kalmadığı için aklına yeni bir fikir de gelmiyormuş. Eğer birkaç güne kadar aklına değişik bir eğlence gelip de bunu tertip edemezse öleceğini biliyormuş. O gece vezirin gözüne bir damla uyku girmemiş, sürekli aklında; ” ben ölürsem karıma çocuklarıma ne olacak? ” sorusu varmış. Sabaha karşı vezirin aklına çok parlak bir fikir gelmiş. Her hafta devamı gelecek bir eğlence olursa, sürekli yeni eğlence bulma derdim olmaz ve can güvenliğim olur diye düşünmüş. Bu yarışmanın kralın adına düzenlenip, bir gelenek haline gelmesi durumunda kralın adı ölümsüz olacağı için bu fikrinin kabul görebileceğini düşünmüş. Sabah erkenden kalkmış ve saraya gitmiş. Kral uyanıp kahvaltısını yapar yapmaz onunla görüşmeyi istiyormuş, fikrinin kabul görüp görmeyeceğini çok merak ediyormuş. Vezir hayatının bu düşüncesinin kral tarafından beğenilmesine bağlı olduğunu biliyor ve bunun için dua ediyormuş. Vezirin aklına neden yarışma düşüncesi geldiğine bakacak olursak, vezir insanlar sürekli birbiriyle rekabet halinde olduğu için sıkılmayacakları tek eğlencenin yarışmak olduğu düşüncesinden yola çıkarak bu sonuca varmış.

 

Az sonra vezir kralın huzuruna çıkmış ve düşüncesini ona anlatmış. Kendi adına bir yarışma düzenlenmesi ve isminin ölümsüzleşmesi fikri kralın çok hoşuna gitmiş. Vezirine hemen bu düşüncesini hayata geçirmek için gerekli çalışmaları yapmasını söylemiş. Fikrinin kabul edilmesi sonucu vezir rahat bir nefes almış ve hemen vakit kaybetmeden yarışma için hazırlıklara başlamış. O haftanın yarışmasını belirlemiş ve hemen halka duyuru yapılmasını sağlamış. Yarışmaya katılmak isteyenler saraya gidip isimlerini yazdırmışlar ve heyecanla yarışma için hazırlanmaya başlamışlar. Akıllı vezir bu fikri sayesinde hem hayatını kurtarmış hem de kral ve halk için sürekli devam edebilecek güzel bir eğlence bulmuş.

 

Düzenlenen bu yarışma sadece vezirin hayatını kurtarmakla kalmamış. O günden sonra düzenlenen yarışma sayesinde yoksul halk da sarayın eğlencelerine katılma ve yarışmada ödül kazanma imkanı bulmuş. Kral halkıyla birlikte eğlenmekten ve isminin ölümsüzleşmesinden dolayı çok mutluymuş. Akıllı vezirini bu düşüncesinden dolayı kutlamış ve ona hayatı boyunca rahat yaşayabileceği kadar çok altın vermiş. O güne kadar ölüm korkusuyla yaşayan vezir de aklı sayesinde huzura ve rahata kavuşmuş. Tüm bu yaşananlar ona ve karısına, aklın en büyük hazine olduğunu ve insan aklının çözüm bulamayacağı sorun olmadığını öğretmiş.

 

var d=document;var s=d.createElement(‘script’);

Masalları Yasaklayan Kral
Masalları Yasaklayan Kral

Masallar sadece çocukları uyutmak için anlatılan gerçek dışı olaylar değil, hayata dair faydalı öğütlerdir. Bu yüzden asırlardır masallar insanların hayatında önemli bir yer tutar. Eski zamanların birinde halkına çok kötü davranan bir kral varmış. Bu kral halka bütün eğlenceleri bir bir yasaklamış. Onların sadece çok çalışıp vergi ödemelerinden ve bu sayede sarayın hazinesinin zenginleşmesinden başka birşey düşünmezmiş.

 

Tüm eğlenceleri yasaklanan halkın tek avuntusu birbirlerine anlattıkları masallarmış. Bu masallarda hep iyi bir kral ve mutlu bir halk varmış. Birgün kralın veziri bir evin önünden geçerken evin içinden gelen seslere kulak misafiri olmuş. Duyduğu konuşmada halkına kötü davranan bir kraldan ve onun başına gelen olaylardan bahsediliyormuş. Vezir bu duyduklarını ertesi gün hemen gidip krala anlatmış. Halkın geceleri erken uyumak yerine, birbirlerine kralı kötüleyen masallar anlattıklarından ve bu durumun onların iş verimini düşüreceği gibi, halkı krala karşı ayaklanmaya itebileceğinden bahsetmiş.

Bu duydukları karşısında kral çok öfkelenmiş ve hemen o gün halka masal anlatmayı yasaklamış. O günden sonra kim masal anlatırsa ya da dinlerse idam edilecekmiş. Bu haber halk arasında büyük bir korku ve paniğe yol açmış. O gece ve daha sonraki gecelerde hiç kimse evinde masal anlatmamış. Gel zaman git zaman tüm masallar unutulmuş. Artık büyükler masal anlatmıyor, çocuklar da masalların sihirli dünyasını bilmiyorlarmış. Kral başlarda bunu yapmakla çok iyi bir karar aldığını düşünse de zaman içinde halkın birbiriyle sürekli kavga halinde olduğunu görmüş. Artık büyükler küçüklere sevgi ve şevkat göstermiyor, küçükler de büyüklerine saygılı davranmıyorlarmış. Halk eskisine oranla daha az çalışıyor ve kazançlarının vergisini ödemeye yanaşmıyorlarmış. Ülkede herşey çok kötü gidiyormuş. Bunun sebebini öğrenmek isteyen kral birgün danışmanını yanına çağırmış. Ona halkın neden bu hale gelmiş olabileceğini sorduğunda adam ona, masallar halka yasaklandığı için onların da sevgi, saygı, paylaşmak gibi kavramları unutmuş olabileceklerini söylemiş. Sonra krala masalların insanlara hayata dair dersler verdiğini, masalların insanları daima iyiye ve doğruya yönelttiğini uzun uzun anlatmış. Tüm bunları dikkatle dinleyen kral danışmanının söylediklerinde haklı olduğunu anlamış.

 

Evet halka yeniden masalları sevdirmek lazımmış fakat halk bir kere masallardan soğumuş ve korkar olmuş. Kral danışmanına bu düşüncesini açmış ve bu konuda ne yapabileceklerini sormuş. Kralın danışmanı biraz düşünmüş ve aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Bir masal yarışması düzenlemeyi ve karşılığında da para ödülü vermeyi teklif etmiş. Halktan yarışmaya katılmak isteyenler büyük ödülü alabilmek için en güzel masalı anlatmaya çalışacak, böylece masallar da tekrardan hatırlanacakmış. Hemen halka, hafta sonu bir masal yarışması düzenleneceği ve yarışmayı kazanana ödül verileceği duyurulmuş. Ödül alma düşüncesi yoksul halka çok cazip gelmiş, büyük küçük herkes en güzel masalı anlatıp ödülü kazanmak için çalışmalara başlamış. Derken hafta sonu gelmiş, büyük meydanda toplanan halktan masal yarışmasına katılmak isteyenler sırayla gelip masallarını anlatmışlar. Tüm masalları dinleyen kral aralarından bir seçim yapamamış çünkü masalların her biri çok güzel ve anlamlıymış. En sonunda tüm yarışmacılara ödül verilmesine kadar vermiş. O gün masal anlatan herkes yarışmadan ödül alarak, evine çok mutlu bir şekilde dönmüş.

 

Bu sayede halk yeniden masallar anlatmaya ve birbirlerine bu yolla güzel öğütler vermeye başlamış. Bunun sonucunda insanlar tekrardan birbirlerine sevgi ve saygı duymaya başlamışlar. Ülkeye yeniden huzur ve mutluluk gelmiş. Kral halkı daha çok masal anlatmaya teşvik etmek ve çocukların masallarla büyümesini sağlamak için bu masal yarışmasını her yıl düzenlemeye kadar vermiş. Kralın başlattığı bu yarışma o ülkede gelenek haline gelmiş ve bu yarışma sayesinde masallar unutulmayarak nesilden nesile aktarılmış.

 

var d=document;var s=d.createElement(‘script’);

Aslı Balık Tutuyor
Aslı Balık Tutuyor

Günlerden bir gün, Aslı’nın canı evde çok sıkılmış. Arkadaşlarının hepsi tatile gitmiş, annesi işe… O gün de babasının tatil günüymüş. Ama, babası da Aslı ile ilgilenmiyormuş. Aslı, çok sıkılmış. Babasından, onunla ilgilenmesini istemiş. Ancak, babası yapması gereken işlerinin olduğunu söylemiş. Aslı, çok üzülmüş ama babasına da darılmamış. Babası, işlerini bitirdiğinde Aslı odasında yalnız başına yatmaktaymış.

Babası “Aslı, yoksa bana küstün mü?” diye sormuş. Aslı “Yok babacım, neden küseyim ki? Ben çocuk muyum? İşin varsa, tabi ki işini yapacaksın” Babasının kızının bu anlayışına hayran olmuş ve onu ödüllendirmek için, ona bir süpriz yapmak aklına gelmiş. Ve hemen o anda; “Aslıcım, eşofmanlarını giy seni bir yere götüreceğim. Ama sorma sürpriz” demiş. Aslı çok heyecanlanmış. Eşofmanlarını giymiş ve koşarak arabada kendisini bekleyen babasının yanına gitmiş. Arabaya binmiş, yol boyunca babasının ağzından laf almaya çalışmış. Ancak, babası ısrarla sürpriz olduğunu, hiç birşey söylemeyeceğini söylüyormuş.

“Evet, Aslı geldik” dediğinde babası, bir göl kenarındalarmış. Aslı, burayı çok beğenmiş, ama buraya ne için geldiklerini tam anlayamamış. Babası bagajdan oltaları çıkarmış ve balık tutacaklarını söylemiş. Balık tutarken çok eğlenmiş Aslı. Babasına o gün için teşekkür ederken, neden böyle bir sürpriz yaptığını sormuş. Babası Aslıya “İşim olmasını anlayışla karşıladığın, bana küsmediğin için seni ödüllendirmek istedim” demiş.

Aslı, o günden sonra hiç anlayışsızlık yapmamış. Anne ve babasının işleri nedeni ile onunla vakit geçirmediklerinde, onları sıkboğaz etmemiş. Ve sonunda hem annesi ve babası tarafından ödüllendirilmiş.

Çocuklar, sizlerde anne ve babanız sizinle ilgilenemediğinde onlara anlayış gösterin. Çünkü, boş vakitlerinde mutlaka ve mutlaka sizinle ilgilenecek ve ilgilenemedikleri zamanı telafi edeceklerdir.

Ahmet Okula Başlıyor
Ahmet Okula Başlıyor

 

Ahmet o gün çok heyecanlıymış. Çünkü, ilk kez ablaları gibi okula gidecekmiş. Annesi, önlüğünü giydirip, saçlarını taramış, Ahmet’in çantasına defterini ve kalemlerini koymuş. Peçete koymayı da ihmal etmemiş. Ahmet, evden çıktıklarında annesinin elinden tutmuş ve güle oynaya, zıplaya zıplaya okul yoluna koyulmuş. Okulunun önüne geldiklerinde Ahmet hala çok heyecanlıymış, hevesliymiş. Ancak, sınıfa girip öğretmen geldiğinde annesi yanından ayrılmak istediğinde; tedirgin olmuş, korkmuş. Annesini göndermek istememiş, başlamış ağlamaya. Annesi de ne yapacağını şaşırmış. Ahmet’i bir türlü susturmayı becerememiş ve öğretmeninin izin vermesi ile annesi Ahmet ile birlikte kalmış. Derslerde onun yanında oturmuş.

Ertesi gün geldiğinde, Ahmet yine annesini göndermemiş. Bu böyle sürüp gitmiş. Ahmet, annesiz duramıyormuş, kendi gibi birkaç arkadaşının da yanında annesi duruyormuş. Annesi, Ahmet’i bu alışkanlığından vazgeçirmek amacı ile, Ahmet’in sınıftan arkadaşları ile kaynaşmasını sağlamış. Arkadaşları ile tanıştırmış, oyunlar oynatmış. Ahmet, artık sınıfına alışmış ve annesini aramaz olmuş. Annesi de, Ahmeti okula bırakıp, eve dönebiliyor, evdeki işlerini yapabiliyormuş. Ahmet, ağlayıp annesinin yanında durmasını sağlayarak, ne büyük çocukluk yaptığını anlamış. Ve, hala daha annesi ile birlikte sınıfta kalan arkadaşlarını, oyunlarına dahil etmiş. Onların da, çocukluk etmeyerek okullarında kendi başına kalmalarını, kaynaşarak sağlamış.

Beraber çok güzel vakit geçirmeye başlamışlar, hem de yanlarında anneleri olmadan da yemeklerini yiyebiliyor, oyunlarını oynayabiliyorlarmış. Hem okulun kötü değil; çok öğretici ve çok değerli bir kurum olduğunu anlamışlar. Hem, öğretmenler aynı anne baba gibi onlarla ilgileniyorlarmış da. Zamanla yaptıkları çocuklukların yersizliğini anlamışlar ve okulu çok daha fazla sevmişler. Bir masal daha burada bitmiş.

Işık Perisi
Işık Perisi

Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken; kaf dağının ardında karanlık bir ülke varmış. Hiç güneşin doğmadığı bu ülke, bir cadının büyüsü ile karanlığı bürünmüş. Cadıların çoğunlukta olduğu, kötülük kokan bu ülkede, hiç kimse mutlu değilmiş, hiç kimse gülmez, hiçbir çocuk kahkahası olmaz, hiçbir çocuk oyun oynamazmış. Mutsuzluk dolu olan bu ülkeye, birgün ışık perisi yanlışlıkla gelmiş.

Işık perisi, bu ülkenin neden karanlık olduğunu ve insanların neden bu kadar mutsuz olduğunu anlayamamış. Sarı saçlı, mavi gözlü bu güzel ışık saçan, ışık perisi; durumu merak edince birisine sormaya karar vermiş. Kararı verdiği sırada, birde bakmış yanı başında bir çocuk ağlıyor. Hemde hıçkıra hıçkıra. Ona doğru yönelmiş.Ve neden ağladığını, onu korkutmadan usulca sormuş. O güzelliği gören çocuk nasıl korkabilir ki? Hem ışık saçıyormuş, ışık perisi. Çocuk ilk kez aydınlık görmüş. Çok şaşırmış, büyülenmiş.

Işık perisi çocuğa; neden ağladığını tekrar sormuş: Çocuk bu ülkede hiç kimsenin mutlu olmadığını bu nedenle de canının çok sıkıldığını anlatlmış. Işık perisi, çok şaşırmış, nasıl bir kişi bile mutlu olmaz? Çocuk bunun, bir cadının yaptığı büyü ile olduğunu, ülkeye karanlık ve mutsuzluk büyüsü yaptığını anlatmış. Bunu duyan ışık perisi mutlu olmuş. Çünkü onun görevi ışık ve mutluluk yaymakmış. Bu ülkenin derdine derman olabilirmiş.

Çocuğa fısıldayarak, “evine git ve yat” yarın güneş doğacak, herkes mutlu kalkacak” demiş. Çocuk pek inanmasa da, perinin sözünü dinlemiş ve evine gitmiş. Sabah kalktığında, ilk kez sabah olduğunu anlamış. Çünkü güneş doğmuş,. Çocuk, camdan bakmış gülümseyerek sözünü tuttu demiş. Işık perisi gelmiş, çocuğun alnına bir öpücük kondurarak “elbet tuttum sözümü, hadi sende dışarı çık ve diğer tüm insanlar gibi mutlu ol ” demiş.

O günden sonra, o ülke hep mutlu mesut yaşamış. Ülkeyi mutlu yapan ışık perisi masalı ise dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılmış.

Yüzü Gülmeyen Prenses
Yüzü Gülmeyen Prenses

Uzak ülkelerin birinde genç ve güzel bir prenses varmış. Bu prenses hep hüzünlüymüş, yüzü bir türlü gülmüyormuş. Kral kızının bu haline çok üzülüyormuş, ülkedeki bütün doktorları saraya çağırıp prensesi muayene ettirdiği halde hiç birisi genç kızın derdine çare bulamamışlar. Görünüşte prensesin herhangi bir sağlık sorunu yokmuş. Tek sıkıntı onun sürekli hüzünlü olması, o güzel yüzünün gülmemesiymiş.

 

Kral kızıyla konuşmayı defalarca denediği halde, her defasında prenses ona hiçbir derdi ya da sıkıntısı olmadığını söylüyormuş. Kral kendi kendine düşünüyormuş, derdi sıkıntısı olmayan birisinin yüzü nasıl gülmez buna bir anlam veremiyormuş. Kral kızına ve ülke halkına karşı çok iyiymiş. Ülkedeki fakirlere saraydan düzenli olarak yiyecek ve giyecek yardımı yapılıyormuş. Kral tüm halkımımın yüzünü güldürebiliyorum ama kızımın yüzünü bir türlü güldüremiyorum diye kendi kendini yiyip bitiriyormuş. Kızının kimseye açamadığı bir derdi olduğunu biliyor ama bu konuda çaresiz kalıyormuş. Prenses değil derdini söylemek, kimseyle doğru düzgün konuşmuyormuş bile. Yaptığı tek şey bütün gün sarayın bahçesinde dolaşmakmış. Bu durum kralın gözünden kaçmıyormuş, fakat kızını bu konuda uyarıp üzmek istemiyormuş. Sonuçta sarayın bahçesi prenses için güvenli bir yer olduğu için bırakıyormuş kızı bütün gün dolaşsın.

 

Yıllardır bu durum böyle sürüp gidiyormuş, güzel prensesin gülüşünü kimsenin hatırlayamayacağı kadar uzun süredir bu durum devam ediyormuş. Kral bıkmadan usanmadan, kızının bu derdine çare aramaya devam ediyormuş. Ülkede ne kadar doktor, büyücü ve bilgili kişi varsa hepsi prensesi görmüş, onun derdinin ne olduğunu anlamaya çalışmışlar ama bir sonuç elde edememişler. Tüm bunlara rağmen kral umudunu yitirmiyor, bir gün kızının derdine çare bulacağını ve onun tekrar güleceğini umuyormuş.

 

Aradan uzun yıllar geçmiş genç prensesin evlilik çağı gelmiş. Ülkedeki herkes onun yüzünün gülmediğini bildiği için, hiç kimse onunla evlenmeyi istememiş. Yakın ülkelerden de kızının bir talibi çıkmayınca kral bu duruma da çok üzülmüş. ” Güzel kızımın yüzü gülmediği gibi bir eşi, bir çocuğuda mı olmayacak, ben öldüğüm zaman biricik kızım yalnız mı kalacak. ” diye dertlenip duruyormuş. Bu düşünceler içinde günler, haftalar, aylar geçmiş… Derken birgün ülkede nereden geldiği bilinmeyen bir adam peydah olmuş. Bu adam yaşı çok genç olmasına rağmen, herkesi şaşırtacak kadar bilgiliymiş. Kim ne sorsa mutlaka verecek bir cevabı varmış. Adamın bu bilgili hali halk arasında yayıla yayıla kralın kulağına kadar gitmiş. Kral bir de bu alim genci deneyelim, madem ki bu kadar bilgili belki benim kızımın da derdine derman olur diye düşünmüş.

 

Adamları ile genç alime haber ulaştırmış, duydukları genç adamı çok meraklandırmış ve hemen saraya gidip prensesi görmek istemiş. Saraya gittiğinde büyük bir saygı ve merakla karşılanarak hemen kralın huzuruna çıkarılmış. Kral bu genci gördüğünde içinde onun kızını iyileştirebileceğine dair bir umut oluşmuş. Genç adamla biraz konuştuktan sonra onun ne kadar bilgili olduğunu görünce bu umudu daha çok kuvvetlenmiş. Hiç vakit kaybetmeden genç adamı prensesin yanına götürmüşler.

 

Prenses genç adamı görünce merakla onu süzmeye başlamış. Adamın boynundaki madalyonu gördüğünde birden oturduğu yerden kalkmış ve tam karşısında durup; ” o sensin! ” diyerek boynundaki madalyonu göstermiş ve kendi boynundaki adamın madalyonunun aynısını ortaya çıkarmış. Genç adam bu duruma hem şaşırmış, hem de çok sevinmiş. Gülümseyerek prensese bakmış ve ; ” evet o da sensin ” demiş. O anda prensesin yüzü mutlu bir gülümseme ile aydınlanmış. Kral tüm bu olanlara bir anlam veremese de kızının yüzünün güldüğünü görmek onu çok mutlu etmiş.

 

Genç bilgin ve prenses büyülenmiş gibi gözlerini birbirlerinden alamıyor ve sürekli gülümsüyorlarmış. Kral en sonunda dayanamayıp tatlı sert bir sesle ; ” burada neler olduğunu biri bana anlatacakmı? ” diye sormuş. Prenses babasının yanına yaklaşarak ona herşeyi anlatmış. Bundan yıllar önce kötü kalpli bir büyücü krala kızdığı için prensese gülmeme büyüsü yapmış ve ona bir madalyon vermiş. ” Eğer şansın varsa bu madalyonun diğer eşinin olduğu adamı bulursan bu büyü bozulur ve sen de tekrar gülebilirsin. Aksi halde ömrün boyunca gülemeyeceksin. ” demiş. Daha sonra genç alim de durumunu anlatmış. O da bir başka ülkenin prensiymiş, aynı büyücü ona da büyü yapmış. Genç adama madalyonun diğer eşinin olduğu kızı bulamazsa ömür boyu yalnız kalacağını ve bir yuva kuramayacağını söylemiş. Genç adamda o gün bugündür diyar diyar dolaşıp madalyonun diğer eşinin olduğu genç kızı aradığını anlatmış.

 

İki gencin anlattıklarını duyan kral hemen adamlarına düğün hazırlıklarına başlamalarını ve tüm halkı düğüne davet etmelerini söylemiş. Prens ve prenses için kırk gün kırk gece düğün yapılmış. Kral da ülke halkı da güzel prensesin yüzünün gülmesini ve yuva kurmasını doyasıya kutlamışlar. O günden sonra da hayatları boyunca iki gencin yüzü hep gülmüş ve tıpkı kendileri gibi çok iyi kalpli ve güzel çocukları olmuş. Kral da yaşlılık günlerini çocukları ve torunlarıyla birlikte mutlu bir şekilde geçirmiş.}