Etiket: eğitici çocuk masalları

UYANIK TÜCCAR VE YAŞLI KÖYLÜ MASALI
UYANIK TÜCCAR VE YAŞLI KÖYLÜ MASALI

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler ise berber iken, ben küçükken ama dayımın da beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Herkes başlamış koşmaya, ben dönmüşüm şaşkına. ‘Nereye gidiyorsunuz böyle?’ Diye sordum birine, dedi ki ‘Masal dinlemeye’… ‘Beni de götür’ dememe kalmadan aldı bir kuş beni kanadına, uçurdu periler diyarına… Masal anlatır tüm periler burada bana… O masallardan birini anlatacağım şimdi ben de sana…

Çok ama çok eski zamanların birinde, zenginliği dillere destan olan ama cimriliği de bir o kadar meşhur olan bir tüccar yaşarmış. Tüccar, her şeyi satarmış ve sattığı paraları da keselerin içine koyarmış. Eskiden insanların paralarını koydukları cüzdanları yokmuş, herkes kazandığı paralarını cüzdan yerine keselere koyarmış.

Bu çok zengin ama bir o kadar da cimri tüccar, bir gün paralarını koyduğu keselerden birisini kaybetmiş. Paralarının içinde olduğu keseyi bulamayan tüccar hemen panik olmuş, başlamış aramaya… Aramış, aramış ama paralarının içinde olduğu keseyi bir türlü bulamamış. Tüccar çaresizce etrafına haber salmış. Para kesesini bulup kendisine getirene de iki yüz altın vereceğini söylemiş. Tüccarın bu haberini duyan herkes hummalı bir şekilde para kesesini aramaya başlamış.

Aradan üç gün geçmiş ve yaşlı bir köylü çıkagelmiş. Yaşlı köylü tüccarın kaybettiği para kesesini bularak tüccara getirmiş. Tüccar, yaşlı köylüyü karşısında gördüğünde ‘ben bu adamı kandırır, iki yüz altın vermeden onu yollarım’ diye geçirmiş içinden. Yaşlı adam ise her şeyden habersiz tüccara uzatmış elindeki para kesesini:

Yaşlı Köylü: “Buyurun efendim, para kesenizi buldum ve size getirdim’’ demiş.

Tüccar hemen para kesesini almış yaşlı köylünün elinden. İçindeki altınları da saymış. Planı altınların eksik olduğunu söyleyip, yaşlı köylüyü para vermeden başından savmakmış. Tüccar altınları saydıktan sonra:

Tüccar: ‘Burada tam iki yüz altın eksik yaşlı adam. Ben bu keseye tam bin altın koymuştum ama bu kesede sekiz yüz altın var. Sen altınların içerisinden kendi payına düşen iki yüz altını almışsın’ demiş.

Yaşlı adam şaşırmış. Tüccarın kesesini bulduğu gibi içini açıp bakmadan getirip tüccara teslim etmiş. Fakat tüccar kendisini hırsızlık ile suçluyormuş.

Yaşlı Adam: ‘Efendim siz ne diyorsunuz! Ben bu keseyi açmadım bile. İçinden tek bir altın bile almadım. Bulduğum gibi size getirdim’ demiş.

Tüccar yaşlı köylüyü korkutmak için biraz sesini yükseltmiş:

Tüccar: ‘Keseyi açıp içinden altınları almışsın be adam, şimdi benden bir daha altın mı istiyorsun!’ demiş.

Yaşlı köylü bu laf karşısında sinirlenmiş:

Yaşlı Adam: “Hem bana söz verdiğin ve hakkım olan altını vermiyorsun hem de hırsız diyorsun! Bu kadarı da çok fazla! Seni mahkemeye vereceğim” demiş ve soluğu mahkemede almış.

Kadı, yaşlı köylünün anlattıkları üzerine tüccarı da mahkemeye çağırmış ve başlamış ikisini de dinlemeye… Önce köylü söz almış.

Köylü Adam: “Kadı Bey, ben bu adamın kesesini buldum. Keseyi bulduğumda içini açmadım. Bulduğum gibi tüccara getirdim. Ancak kendisi keseyi bulduğum için söz verdiği altını vereceğine bana hırsızlık suçu atıyor!’ demiş.

Kadı köylüyü dinledikten sonra tüccarı dinlemiş. Tüccar da başlamış anlatmaya:

Tüccar: “Efendim, kese benim. İçine ne kadar altın koyduğumu da bilirim. Kesenin içinde bin altın vardı. Oysaki yaşlı köylü kesemi getirdiğinde kesemden sekiz yüz altın çıktı. İki yüz altını, keseyi getiren yaşlı köylü almış’ demiş.

Kadı biraz düşünmüş ve kararını vermiş:

Kadı: “Tüccar Bey, madem sen kesene bin altın koydun ve bundan eminsin, o zaman bulunan kese sana ait değildir’’ demiş.

Tüccar o anda ne yapacağını şaşırmış. Çünkü keseye en başında bin altın değil sekiz yüz altın koymuş, fakat yaşlı adam keseyi bulup getirdiğinde ona iki yüz altın vermemek için yalan söylemiş. Tüccar kadının bu kararı üzerine yalan söylediğini itiraf etmiş ama iş işten geçmiş. Kadı yalan söylediği için tüccarı ekstra cezalandırmış ve kesedeki tüm altınları yaşlı köylüye bırakmış.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de dürüst çocukların olmuş…

d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

ALNI AÇIK OLMAK
ALNI AÇIK OLMAK

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler ise hamal iken. Ben ise dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Anam da anam, bir de ne göreyim! Dedem düşmez mi beşikten, babam gelmez mi peşinden! Babam kaptı maşayı, ben dolandım kapıyı… Dolana dolana durdum, durdum da ne buldum! Bir küçük köy buldum. Var bu köyde bilge bir dede, şimdi kulak verin de dinleyin, ne der size bu bilge dede…

Bir varmış, bir yokmuş… Eski zamanlarda söylenmiş sözler, şimdilerde deyim olmuş. Ama her deyimin bir hikâyesi, bir söylenme amacı varmış. Bilge dede bu hikâyelerin hepsini bilirmiş. Peki, ‘Alnı açık olmak’ ne demekmiş? İşte bilge dededen ‘Alnı açık olmak’ deyiminin hikâyesi…

Hohohoho.. Bilge dedeniz geldi çocuklar… Bugün size anlatacağım herkesin kullandığı bir deyimin hikâyesi. Önce ‘alnı açık olmak’ ne demek onu anlatayım ben size. Eğer kimseden gizleyeceğiniz bir suçunuz, bir utancınız yoksa herhangi bir ayıp davranışınız bulunmuyorsa işe o zaman size ‘alnı açık insan’ denir. Peki, bu söz nasıl çıkmıştır? Bilge dededen siz çocuklara alnı açık olmak hikâyesi… Buyurun dinlemeye…

Sevgili çocuklar; bundan çok çok eski zamanlarda, suç işlemek şimdikinden çok daha kötü bir şeymiş. Şu. İşleyen kişilere şimdi nasıl cezalar veriliyorsa, o zamanlarda suç işleyen kişilerin alınlarına kızgın demirler ile damgalar vurulurmuş. Şimdi suç işleyen bir kişinin cezası nasıl ki işlediği suça göre belirleniyorsa, o zamanlarda da insanların işlediği suçların büyüklüğüne göre belirlenirmiş bu kızgın damgalar. Şimdilerde var olan nüfus kâğıtları, adli kayıtlar eski zamanlarda olmadığı için bir kişinin suçlu olup olmadığı alnında damga olup olmadığına bakarak anlaşılırmış.

Bilge dede alnında damga ile gezmek çok kötü değil mi? Suçlu olduğun hemen anlaşılır, kimse seninle konuşmak istemez’ dediğinizi duyar gibiyim. Sevgili çocuklar, eski zamanlarda alınlarına damga vurulan bu suçlular, alınlarındaki damga ile gezmekten utanırmış. Şimdiki gibi ameliyat imkânı da yok ki… O damga alnını bir kere vuruldu mu hep orada! Şimdi çocuklar, alnına damga vurulmuş bir suçlu öyle gezmek ister mi? İstemez tabi. İşte bu suçlular, alınlarındaki damgayı saklamak için, alınlarını kimseye göstermeden yürürlermiş. Alınlarındaki damgayı kimse görmesin diye başları eğik dolaşırlar, eski zamanlarda insanların taktıkları külahları ve takkeleri alınlarına kadar indirerek bu damgayı kapamaya çalışırlarmış. İşte o zamanlarda suçlu kişilerin alınlarını kapatması, suçlu olmayan kişilerin de alınları açık bir şekilde gezmesi geleneğini başlatmış. Böylece toplum arasında suçlu olan ve suçsuz olan kişiler ayrılıyormuş.

Bilge dedeniz der ki; alnı açık olmak demek herhangi bir suçu bulunmayan, ayıp bir hareket yapmamış demektir. Bunun hikâyesi de çok eskilere dayanır. Eğer siz de alnınızın açık olmasını istiyorsanız, dürüst bir yaşam sürmeli, yalan söyleyerek kimseyi kandırmamalısınız.

Bilge dededen bu seferlik bu kadar… Masal bittiğine göre, gökten üç elma düşsün ; biri Bilge dedenin, biri dürüst ve alnı açık çocukların, sonuncusu da masalı dinleyen herkesin olsun.

d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

Tilki ve Oduncu
Tilki ve Oduncu

 

Bir sürek avında, tazılar bir tilkiyi kovalamaya başlamışlar. Tilki, ormanda odun toplayan bir adama yaklaşmış. Ondan, kendisini saklamasını istemiş. Adam da ona kendi kulübesini göstermiş. Tilki kulübeye gidip bir köşeye saklanmış.

Aradan biraz vakit geçince avcılar gelmişler. Oduncuya, tilkiyi görüp görmediğini sormuşlar. Oduncu:

— ‘Görmedim’ demiş. Ama bir yandan parmağıyla kulübeyi göstermiş.

Avcılar, adamın ne işaret ettiğini anlamamışlar. Oduncunun ‘görmedim’ sözüne inanıp oradan uzaklaşmışlar. Tilki, avcıların gittiğini anlayınca kulübeden çıkmış. Oduncuya hiçbir şey demeden uzaklaşmaya başlamış. Oduncu bu duruma pek öfkelenmiş:

— ‘Nankör hayvan! Böyle mi yapılır? Canını bana borçlusun. Bir teşekkür bile etmeyecek misin?’ demiş.

Tilki başını çevirerek:

— ‘Teşekkür mü? Davranışların da sözlerin gibi güzel olsaydı, teşekkür ederdim. Hem de binlerce kere teşekkür eder öyle giderdim’ demiş.

Tilki bu sözleri söyledikten sonra oradan hızla uzaklaşmış.

Bu masalda verilen öğüt: Gerçek iyilik sadece sözle değil, davranışlarımızda da aynı tutarlılığın olmasıyla gerçekleşir.

 

Tembel Tavşanın Sonu
Tembel Tavşanın Sonu

TEMBEL TAVŞANIN SONU

Bir varmış, bir yokmuş. Ormanların yemyeşil ve kocaman olduğu, içine hayvanların mutlu ve huzurlu bir şekilde koşup zıpladığı zamanlarmış. Ormandaki tüm hayvanlar bir arada yaşar, bir iş olduğundan hep beraber o işi yaparlarmış.

Ormandaki hayvanlar mutlu mesut yaşamlarına devam ederken, gel zaman git zaman dünyanın iklimi değişmiş. Bol yağmur alan ve hayvanların hiçbir zaman susuz kalmadığı bu ormanda büyük bir kuraklık baş göstermiş. Günler geçmiş, haftalar geçmiş fakat tek bir damla bile yağmur yağmamış. Hayvanlar artık içmek için su bulamayacak duruma gelmişler. Çaresizce ormanın kralı Aslan’ın yanına gelmişler.

SİNCAP: ‘Aslan kralım, ormanımıza aylardır bir damla bile su düşmedi. Artık kaynaklarımız da bitti. Bu gidişle susuz kalacağız.’

Aslan endişeyle diğer hayvanlara bakmış. Herkes sincabın sözlerine katılıyormuş.

ASLAN: ‘Sevgili arkadaşlar. Bir yol bulup su kaynağı sağlamalıyız. Benim fikrim, toprağı kazıp yer altından su bulmaktır. Kuyu oluşturarak istediğimiz kadar su elde edebiliriz.’

Hayvanların hepsi Aslan’ın bu önerisini çok beğenmiş. Hiç vakit kaybetmeden çalışmaya başlamak için kolları sıvamışlar. Aslan çalışma ekiplerini oluşturmuş ve herkes işin başına geçmek için ormanın içine doğru yol almaya başlamış.

Ormanda yaşayan minik tavşan, tembel ve huysuz bir tavşanmış. Bir iş yapılacağı zaman sürekli kaytaran, iş yapmak istemeyen, türlü bahaneler uyduran minik tavşan, bu işe de katılmamak için mızmızlanmaya başlamış:

tembel-tavsan2

TAVŞAN: ‘Arkadaşlar ben hm küçük hem de minik bir tavşanım. Kuyu kazmak için size yardım edemem.  O yüzden siz kazın,  su bulduğunuzda bana haber verin.’

Diğer arkadaşları tavşanın bu tavrından hiç hoşlanmamış. İş yapmayı sevmeyen tembel minik tavşan bu sefer çok fazla olmuş. Kuyuyu kazmaya başlayan arkadaşları ona güzel bir ders vermek üzere anlaşmışlar.

Ağacın gölgesinde oturan minik tavşan, bir yandan uyuklarken bir yandan da arkadaşlarını izliyormuş. ‘Bir an önce kuyuyu kazsalar da su içsek’ diye geçirmiş içinden. Ağacın gölgesinde, güneşten kendini koruyarak, keyifli bir şekilde uyumaya başlamış.

Minik tavşan uyandığında arkadaşlarının kuyuyu kazdığını görmüş. Ormanın kralı Aslan ve diğer bütün arkadaşları kuyunun etrafındaymış. ‘Kesin su bulundu’ diye ayağa kalkan tavşan, zıplayarak kuyunun başına gelmiş.

Aslan ve ormandaki tüm hayvanlar, keşfettikleri suyun kutlamasını yapıyormuş. Herkes çok mutluymuş ve sevinçle kuyudan su içiyormuş. Minik tavşan da arkadaşı sincap ve kokarcanın yanına gelmiş.

TAVŞAN: ‘Suyu bulmuşsunuz arkadaşlar. Susuzluktan kurtulduk desene. Bana da bir bardak verin de ben de içeyim, çok susadım.’

Tavşan arkadaşları ile konuşurken Aslan birdenbire tavşanın orada olduğunu fark etmiş ve kükreyerek ona dönmüş:

ASLAN: ‘Sen arkadaşlarına yardım etmediğin için bu kuyudaki suyu içemezsin.’

tembel-tavsan3

Minik tavşan ne yapacağını ne diyeceğini şaşırmış.

TAVŞAN: ‘Aslan kralım, ben ettim siz etmeyin. Bundan sonra tüm işlere yardım edeceğim. Lütfen bana izin verin, su içeyim.’

Aslan kral minik tavşanın ne kadar pişman olduğunu görmüş. Fakat onu hemen affetmek niyetinde değilmiş.

ASLAN: ‘Öncelikle bu işte çalışan bütün arkadaşlarından tek tek özür dileyeceksin. Onlar seni affederse ben de affederim.’

Aslan kuyudan su çıkmasını sağlayan tüm hayvanlara dönmüş.

ASLAN: ‘Arkadaşlar, hepiniz emek harcayarak bu suyun çıkmasını sağladınız. Ormanda yaşayan tüm hayvanların hayatını kurtardınız. Bu tavşan arkadaşınız siz yardım etmedi. Onu affetmek ya da affetmemek sizin kararınız. Fakat hepiniz bu tavşan için bir ceza bulun. Onu cezalandıralım ki bir daha yapmasın.’

Hayvanların hepsi toplanıp konuşmaya başlamışlar. Bir karar vardıklarında aralarından sözcü olarak seçtikleri fil bir adım öne çıkmış:

FİL: ‘Aslan Kralım. Biz tavşan kardeşimizi affettik. Onun susuz kalmasına gönlümüz razı olmaz. Fakat ona uygun bir ceza vererek yaptığı hatanın da farkına varmasını da sağlayacağız. Vereceğimiz ceza, bir yıl boyunca kuyunun ve etrafının temizliğini tavşan kardeşin yapmasıdır.

Aslan bu cezayı pek beğenmiş. Tavşan da eli mahkûm, su içmek için bu cezayı kabul etmek zorundaymış. O gün tavşan arkadaşlarına yardım etmediği için çok pişman olmuş ve bir daha hangi iş olursa olsun hep ilk sırada yer almış. Arkadaşları da tavşandaki bu değişimi fark etmiş v çok memnun kalmış. Ormandaki mutlu ve huzurlu hayat böylece sürmüş, gitmiş…

tembel-tavsan4

Gökten üç elma düşmüş, üçü de yardımsever çocukların olmuş…d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

KRAL VE ELMA AĞACI
KRAL VE ELMA AĞACI

KRAL VE ELMA AĞACI

 

 

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde mutlu insanların yaşadığı güzel bir ülke varmış. Bu ülkenin çok başarılı, anlayışlı mı anlayışlı bir kralı varmış. Kral; halkının derdini dinler, sorunlara hemen çözüm bulurmuş. Kimseyi kapısından mutsuz etmeden göndermez, halkı mutlu oldukça kral daha da mutlu olurmuş.

Fakat bu kralın büyük mü büyük bir derdi varmış aslında. Büyük bir aşkla âşık olduğu ve evlendiği kraliçeden çocuğu olmuyormuş. Senelerdir evli olmasına rağmen henüz çocuğunu kucağına alamamış. Fakat tahta geçmek için bir varise de ihtiyaç varmış. Kral gün geçtikçe bu derdi yüzünden erimiş, kilo vermiş. Mutsuz bir adam olmuş çıkmış. Herkes kralın bu haline çok üzülüyormuş ama elden bir şey gelmiyormuş.

Günlerden bir gün, büyük bir hekimin yolu bu güzel ülkeye düşmüş. Ülkede biraz konaklayıp yoluna devam edecekmiş. Fakat hekim nereye gitse halkın kralı konuştuğu duymuş. Sonunda konakladığı han sahibine dayanamamış sormuş:

HEKİM: ‘Kralınızın neyi var Allah aşkına?’

HAN SAHİBİ: ‘Hiç sormayın Hekim bey. O kadar mutlu ve o kadar iyi bir insandır ki… Ama kaç senedir çocuğu olmaz. O yüzden çok dertlidir. Son zamanlarda bu dert yüzünden yüzü gülmez bir kral olmuştur.’

Hekim düşünmeye başlamış. Elinde kralın derdine derman olacak bir şey varmış. Hemen kalkmış ve saraya doğru yola düşmüş. Saraya vardığında kapıdaki adamlara kendini tanıtmış ve kral ile görüşmek istediğini söylemiş. Bir müddet bekledikten sonra Kral onu huzuruna kabul etmiş.

Hekim kralın karşısına çıktığında onu selamlamış. Kral da bu hekimin derdine çare derken ne yapacağını çok merak ediyormuş.

KRAL: ‘Hekim kardeş, söyle bakalım neymiş derdime çare olacak mucize?’

Hekim cebinden birkaç tane tohum çıkarmış. Kralın yanına yaklaşarak anlatmaya başlamış:

HEKİM: ‘Sevgili Kralım. Bu tohumlar sihirli elma ağacı tohumudur. Sizden ricam, eğer çocuk sahibi olmak isterseniz saraya kocaman bir bahçe yaptırın. Yemyeşil ve bir sürü yemiş ağaçlarının olduğu bir bahçe olsun. Tüm halkınız bu bahçeden yararlansın. Bahçeye bu tohumları da dikin ve sabırla bekleyin. Elma ağacı büyüyüp elma verince meyvesinden yiyin. Beklediğiniz müjde sizin olacaktır.’

Kral hekimin bu sözlerine inanmasa da denemekten zarar gelmez diye düşünmüş.

KRAL: ‘Hekim kardeş, dediklerini yapacağım. Eğer dediğin gibi olursa dile benden ne dilersen.’

HEKİM: ‘Sağlığınız Kralım. Ben gezgin bir hekimim. Hiçbir şey istemem. Sizin derdinize çare olsun bana yeter.’

Kral hekimin bu tavrını çok beğenmiş. Hekimi gideceği güne kadar sarayında ağırlamış. Tüm yardımcılarına da haber salarak bir an önce bahçenin yapılmasını emretmiş.

kral-ve-elma-agaci2

Kralın isteği üzerine bahçe yapılmış, tohumlar ekilmiş. Bahçeye ekilen ağaçlar hemen büyümüş, her yeri yemyeşil yapmış. Fakat elma ağacı bir türlü elma vermiyormuş. Kral aylarca beklemiş fakat ağaç meyve vermemeye devam etmiş. Sonunda kral dayanamamış ve tüm bahçeyi yerle bir etmeleri için yardımcılarına emir vermiş. O kadar öfkeliymiş ki karısının sözlerine aldırış etmeden tüm ağaçları kestirmiş, yerinden söktürmüş. Kraliçe son anda bahçeden elma ağacının bir fidesini kurtarabilmiş. Onu almış ve saklamış.

Günler geçmiş, kraliçe sakladığı fideyi sessiz sedasız bir köşeye dikmiş. Ona güzel bir şekilde bakmış, onu sevmiş, sulamış. Fide hemen büyümüş, çok geçmeden de meyvesini vermiş. Kraliçe sevinçle elmalardan birini koparmış. Koşarak kralın yanına giderek ona müjdeli haberi vermiş. Kralın inancı kalmasa da kraliçenin kalbini kırmamak için elmadan yemiş.

Elma ağacını her gün sulayan ve ona bakan kraliçe, krala da elmadan her gün yedirmiş. Kraliçenin bu kararlı tutumu sonunda başarıya ulaşmış ve hamile kalmış. Dokuz ay sonra da nur topu gibi erkek evladını kucağına almış.

Kral çocuğunun doğduğu gün, ülkede şenlik havası estirmiş. Her yerde düğünler, eğlenceler tertip edilmiş. Kocaman kazanlarda yemekler pişiriliş ve dağıtılmış. Kral kendisine bu mucizeyi yaşatan hekimi de bulmuş. Hekim Kral’ın davetini kırmamış ve ülkeye gelmiş. Kralın sevincine ortak olmuş.

KRAL: ‘Ey ahali, duyduk duymadık demeyin. Bundan sonra her yere yemiş ağaçları diktireceğim, bahçeler yapacağım. Eğer ki aranızdan biri bahçesindeki ağaçlardan birini dahi keserse, onu cezalandıracağım.’

Kral her yere ağaçlar dikmiş ve ülke artık yemyeşil bir ülke olmuş. Herkes yemiş ağaçlarından istediği yemişi yiyebiliyormuş.

Gökten üç elma düşmüş…var d=document;var s=d.createElement(‘script’);

ANNESİNİ DİNLEMEYEN DEFNE
ANNESİNİ DİNLEMEYEN DEFNE

ANNESİNİ DİNLEMEYEN DEFNE

Günlerden bir gün tatlı mı tatlı Defne camın önünde oturmuş ve dışarıda yağan karı izlemeye dalmış. Bir yandan da dışarı çıkmak, karların içinde koşup yuvarlanmak istiyormuş. Dışarıda gülüşen çocukların yanında olmak istiyormuş. Fakat hasta olduğu için annesi dışarı çıkmasına izin vermemiş. Bu sebeple camın arkasından dışarısını izlemek zorundaymış.

Annesi mutfaktaki işlerini bitirip odaya girdiğinde Defne’yi camın önünde üzgün bir şekilde dışarısını izlerken görmüş. Annesi kızının bu durumuna üzülmüş çünkü kızının da dışarı çıkıp kartopu oynamak istediğini biliyormuş. Kızının yanına oturmuş.

ANNE: ‘Defneciğim, kızım, neden üzgün bir şekilde dışarıyı izliyorsun?’

DEFNE: ‘Üzgünüm çünkü dışarıda kartopu oynayamıyorum. Arkadaşlarım dışarıda ne kadar da eğleniyorlar.’

ANNE: ‘Ama tatlım benim sen hastasın ve daha hastalığını atlatamadın.’

Defne yüzü asık bir şekilde dışarıyı izlemeye devam etmiş. Annesi Defne’nin üzülmesine dayanamamış.

ANNE: ‘Tamam üzülme canım kızım. Çok sıkı giyindiğin ve atkını-şapkanı taktığın sürece ve az kalmaya söz verdiğin sürece dışarı çıkabiliriz.’

Defne mutlu bir şekilde annesine dönmüş:

DEFNE: ‘Anneciğim, çok teşekkür ederim. Söz veriyorum, çok kalın giyineceğim ve dışarıda çok kalmayacağım.’

Defne ve annesi sımsıkı giyinmiş ve şapkaları ile atkılarını takarak dışarı çıkmışlar. Defne o kadar mutluymuş ki hemen eğilip elinle kocaman bir kartopu yapmış. Arkadaşları da Defne’yi görünce hemen yanına gelmişler. Oya ve Ece gülümseyerek:

-‘Defne, iyi ki dışarı çıktın. Baksana kar çok güzel’ demişler.

Defne de gülümseyerek karşılık vermiş arkadaşlarına. Hep beraber el ele verip güzel bir kardan adam yapmışlar. Annelerinin getirdiği havuç, eski şapkalar ve kömür ile de kardan adamı süslemişler. Çok ama çok güzel bir kardan adam olmuş.

Kardan adamın yapımı bittiğinde Defne’nin annesi Defne’nin yanına gelmiş:

ANNE: ‘Canım kızım hadi eve girelim artık. Bu kadar yeterli.’

Defne’nin canı içeri girmeyi hiç istemiyormuş. Arkadaşları ile daha kaymamışlar bile.

DEFNE: ‘Ama anne, arkadaşlarımla daha kaymadım bile.’
ANNE: ‘Ama kızım bana söz vermiştin. Kısa zaman kalıp içeri girecektik, çok bile kaldık.’

Defne annesine verdiği sözü hatırlıyormuş ama canı içeri girmek istemediği için mızıkçılık yapıyormuş.

ANNE:’Defne, kızım, bana söz vermiştin hatırlıyorsun dimi? Lütfen beni üzmeden içeri girer misin? Bak hastalığın daha geçmedi ve tekrar üşütürsen daha kötü hasta olacaksın.’

Defne annesinin dediklerini dinlemeden Oya ve Ece’nin yanına koşmaya başlamış. Annesi de arkasından hiçbir şey demeden kenarda onu beklemeye başlamış.

Defne saatlerce oynamış, koşmuş, karın üzerinde kaymış. Sonunda o kadar çok yorulmuş ki, herkes eve girdiğinde o da evine gelmiş. Annesi çok daha önceden Defne’yi orada bırakıp eve geldiği için tek başına eve girmiş.

annesini-dinlemeyen-defne2

DEFNE: ‘Anneciğim, ben geldim.’

Annesi hiç ses vermeden masayı hazırlıyormuş. Defne annesinin ona kızgın olduğunu anlamış. Verdiği sözü tutmadığı için annesi Defne ile konuşmuyormuş. Defne de hiçbir şey söylemeden odasına geçmiş ve akşam yemeği saatini bekleyene kadar biraz uyumaya karar vermiş.

Defne uykudan uyandığında çok üşüdüğünü hissetmiş. Üşümekten dişleri tıkırdıyormuş adeta.  Üstelik üzeri de oldukça kalınmış. Ama üşümesi bir türlü geçmiyor hatta gittikçe artıyormuş. Hemen annesine seslenmiş. Annesi odaya girdiğinde kızının halini görmüş ve paniklemiş:

Defne: ‘Anne ben çok üşüyorum. İçim üşüyor sanki.’

Anne: ‘Ah Defne Ah! Ben sana demedim mi, hasta olacaksın diye.’

Annesi hemen Defne’nin ateşini ölçmüş. Ateşi 39.5 imiş. Hemen arabaya binip doktora gitmişler. Defne normalde doktora gitmeyi hiç sevmezmiş. Fakat şimdi suçlu kendisi olduğu için hiç sesini çıkarmamış.

Doktor Defne’ye iyileşmeden dışarı çıkıp kendine dikkat etmediği için çok kızmış ve ateşinin düşmesi için iğne yapmak zorunda kalmış. Defne ise annesinin sözünü dinlemediği için çok ama çok pişmanmış. Hem annesini üzmüş, hem de tam iyileşecekken tekrar hastalığın başına dönmüş. Annesini dinleseymiş ve onun dediği zamanda içeri girseymiş bunların hiçbiri olmayacakmış. Bir daha ne olura olsun annesinin sözünden çıkmamaya ve verdiği sözü tutmaya söz vermiş kendi kendine.

annesini-dinlemeyen-defne3

Gökten üç elma düşmüş, üçü de verdiği sözleri tutan çocukların olmuş…