Etiket: hikaye

Orman Perisinin Gülleri Masalı
Orman Perisinin Gülleri Masalı

Uzak ülkelerin birinde Karanfil adında genç bir kız yaşarmış. Bu genç kız tüm gününü evinin önündeki çiçek bahçesinde geçirir, tüm gün onlarla konuşup güzellikleri hakkında iltifatlar edermiş. Tüm çiçekleri seven genç kız özellikle kendi ile aynı ismi taşıyan karanfillere ayrı bir sevgi beslermiş. Her sabah uyanır uyanmaz ilk olarak karanfillere bakar, onları sular, onlarla konuşur sonrasında diğer çiçeklere geçermiş. Karanfil Kız, elleri ile sulayıp büyüttüğü güzel karanfillerinin belirli zamanlarda solmasına çok üzülürmüş. Kışın hiç gelmesini istemez, hep yaz olsun, karanfilleri solmadan dursun istermiş.

Bahçesinde her renk karanfil varmış Karanfil Kız’ın. Bir gün yine karanfilleri ile sabah muhabbeti yaparken bir tanesi çok ilgisini çekmiş. Büyük beyaz karanfillerin arasında daha narin ve daha beyaz olan bir karanfile yönelmiş ilgisi. Kendi kendine “Ne kadar güzel, ne kadar muhteşemsin sen.” demiş. O günden sonra bu beyaz karanfile ayrı bir ilgi göstermiş. Diğer beyaz karanfillerde az da olsa olan başka renk çizgiler bu karanfilde yokmuş ve hepsinden daha beyaz, daha parlakmış. Bu beyaz karanfil, eve ziyarete gelenlerin de ilgisini çok çekiyormuş. Karanfil Kız, bu durumdan oldukça memnunmuş ancak onunda diğer çiçekler gibi bir gün solacağı aklına geldiğinde çok üzülüyormuş.

Mevsim yine kış olmuş ve tüm bahçedeki çiçekler yavaş yavaş solmaya, yaprak döküp yok olmaya başlamış. Karanfil Kız her sabah “Acaba bu günde yerinde mi benim parlak çiçeğim.” diyerek uyanır her sabah beyaz karanfilini yerinde gördükçe sevinir olmuş. Bahçedeki tüm çiçekler kışa dayanamamış ve bir bir yok olmuşlar ancak beyaz karanfil, parlaklığından ve güzelliğinden hiç bir şey kaybetmeden olduğu gibi duruyormuş. Bu Karanfil Kız’ı çok şaşırtmış ama bir yandan da çok sevinmesine neden olmuş.

Beyaz karanfil 3 sene üst üste olduğu yerde kalmış, kışa meydan okumuş, güzelliğinden bir şey kaybetmeden bahçede kalmıştı. Bu Karanfil Kız’ın ilk önceleri çok hoşuna gitse de sonraları canını sıkmaya başlamış. Beyaz karanfil hiç solmadığı için yeniden tomurcuklanıp yeşermesini de bekleyemiyor, dolayısı ile bu güzel çiçek ile ilgili hiç bir beklenti içine giremiyordu. Öyle ki çoğu zaman sulamak bile istemiyor, nasılsa solmuyor benim bakmama ne gerek var ki, diye düşünüyormuş.

Bir gün yine bahçede beyaz karanfilin başında iken aslında önceleri ne kadar boş yere üzüldüğünü düşünmüş. Neredeyse her solan karanfilin ardından ağlamış, üzülmüş, kahrolmuştu. Şimdi hiç solmayan, üstelik çok da güzel bir karanfili vardı bahçesinde ancak bu sefer de hiç bir heyecanı kalmamıştı. Demek ki çiçeklerin solmasının da insanlar için özel bir nedeni vardı. Karanfil Kız o gün bunları düşünerek akşamı etmiş ve o günden sonra bir daha asla çiçekleri soldu diye üzülmemiş, hatta ertesi yıl yeniden büyütmek için çabalayacağından sevinmiş.

Noel Baba Masalı
Noel Baba Masalı

Eşi ve elfleri ile birlikte Noel icin oyuncaklar hazirlayarak geciren sonra o yilbaşi hediyelerini ucan ren geyiklerinin cektigi kizagiyla gelip dagitan kukuletali, beyaz sakalli tonton bir dede, Noel Baba. Aslinda Noel Baba bir masal gibi duşunulse de, insanlara yilbaşinda yeni umutlar sundugu icin herkes tarafindan sahiplenilir ve her kultur onun icin farkli hikayeler soyler. Noel Baba’nin kulturden kulture yaşadigi yer, ismi, hikayesi degişir. Bazilarina gore Noel Baba Antalya’da yaşar, bazilarina gore ise Kuzey Kutbunda, Finlandiya’daki Korvatunturi, Isvec’teki Dalecarlia veya Gronland’ta yaşar.

Noel Baba’nin ismi de kulturden kulture hatta dilden dile farklilik gosterir. Santa Claus, Saint Nicholas, Saint Nick, Father Christmas, Kris Kringle, Santy veya Santa gibi bircok ismi vardir. Bu isimlerin hepsinin kokeni Saint Nicholas’a dayanir. Ama Santa Claus ismi dunya capinda daha cok sevilmiş ve bu isimle anilmiştir. Hatta dillere gore”Santa” yerine farkli kelimeler de gelmiştir. Italya`da “Babbo Natale”, Brezilya`da “Papai Noel”, Cek Cumhuriyeti`nde “Deda Mráz”, Portekiz`de “Pai Natal”, Romanya`da “Moş Craciun”, Almanya`da “Weihnachtsmann”, Irlanda`da “Daidí na Nollag”, Fransa`da “Le Père Noël”, Ispanya ve Meksika`da “Papa Noel”, Turkiye`de “Noel Baba” gibi.

Noel Baba’nin ortaya cikişi ile ilgili de farkli hikayeler vardir. Bunlardan en gercekcisi Yilbaşi ruhunun nasil ortaya ciktigini anlatan, Turkiye dogumlu tarihsel bir figur olan psikopos Saint Nicholas`in (Nikola) fakirlere hediye dagitmasina dayanan hikayedir. Bilinen en meşhur yardimi da, uc kizi olan bir babayla arasinda gecenlerdir. Bu olayin 320′li yillarda gercekleştigine inanilir. Fakir bir baba kizlarina ceyiz parasi karşilayacak durumu yoktur, bu yuzden hicbir erkek onlarla evlenmek istemez. Oldukca egitimli ve zengin bir aileden gelen Nikola da uc kizi icin uc kulce altini geceleyin gizlice fakir adamin penceresinden iceri atar. Hikaye’nin bu noktada bircok versiyonlari mevcuttur. Bu uc kulce altinin 3 gun arayla ya da 3 yil ard arda atilmasi ile ilgili; ancak sonu aynidir. Fakir adam cikip kendisini gorunce şaşirir ve o’na teşekkur eder; bir rahip olan Nikola da “Bana degil, Tanri’ya teşekkur et.” der. Bu olayin ortaya cikmasindan sonra, o yorede bircok gizlice yapilan yardimlarin aslinda Nikola tarafindan yapildigi anlaşilir. Nikola’nin olumunden sonra da yore halki birbirlerine gizlice hediye vermeye başlarlar ve bir yilbaşi gelenegi oluşur. Diger bir hikaye ise gunumuzdeki Noel Baba imajinin, 1931′de Haddon Sundblom adli cizerin Coca Cola reklamlari icin yaptigi cizimlerden ortaya ciktigidir. Ne var ki Coca Cola reklamlarindan cok once, 19. yuzyilin başinda Noel Baba’nin ceşitli cocuk kitaplarinda ve karikaturlerde gunumuzde ki Noel Baba imajina benzer şekilde resmedildigi gorulmuştur. 1862 Noel’inde Noel’in henuz ABD’de tatil donemi olmadigi ve Noel Baba figurunun kullanilmadigi donemde Thomas Nast adli Amerikali karikaturist Harper’s Weekly adli derginin kapaginda Noel Baba figurunu kullanmiş ve kimilerince Noel Baba’nin mucidi kabul edilmiştir.

Noel Baba ister bir aziz isterse bir karikatur olsun. Insanlarin umut etmek icin masallara ihtiyaci vardir. Siz de yeni yila umutla bakin ve yilbaşinda hediyelerinizi Noel Baba’dan isteyin. Noel Baba getiremese bile bir başkasi sizin icin onu başucunuza koyabilir.

Kaynaklar:

[1],http://tr.wikipedia.org/wiki/Noel_Baba
[2],http://www.unutulmuyor.com/bunlari-biliyormuydunuz/18570-noel-baba-kimdir-aziz-nicholaos-kimdir.html

Altın Saçlı Kız
Altın Saçlı Kız

 

Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde.
Cinler cirit oynarken
Eski hamam içinde.
Bir birim, gölgede kilim.
Kilim üstünde bir kız,
Ağzında sakız.
Gözleri boncuk boncuk,
Gül dalında bir tomurcuk
Bu kıza Güllü derler,
Her yerde ünlü derler.
Oturttu beni yanına,
Canlar feda canına.
Tuttu beni okuttu,
Sırma saçlar dokuttu
Sonra alladı, pulladı
İstanbul’a yolladı.
İstanbul’un atları,
Dizim dizim dizilir.
Martıların kanatları,
Süzüm süzüm süzülür.

Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde, kocaman ağaçların bulunduğu bir ormanın içinde küçük bir kasaba varmış. Bu kasabada herkes birbirini tanır, herkes de birbirine yardım edermiş. Bu şirin kasabada yaşayan bir anne ve kızı varmış ki; kızı gören bir daha dönüp bir daha bakıyormuş. Çünkü kız o kadar güzeli o kadar alımlı, o kadar da terbiyeli bir kızmış ki herkes bu kızın zarafetinden bahseder dururmuş. Kızın sapsarı uzun mu uzun saçları varmış ve bu saçlar altındanmış. Bu güzel kızın adı Bukre iken annesinin adı da Menzile imiş. Anne-kız bembeyaz evlerinde, kocaman ve çiçekler ile dolu bahçelerinde yaşar, giderlermiş.

Beyaz evin bahçesinde o kadar güzel çiçekler yetişirmiş ki, çiçeklerin kokusu tüm mahalleyi etkisi altına alırmış. Herkes bu anne-kızın evinin önünden geçerken çiçek kokusunu içine çeker, rahatlar ve yoluna o şekilde devam edermiş. Bukre’nin annesi Menzile çiçekler ile adeta kendi çocuğu gibi özel olarak ilgilenirmiş. Onlar çok nazlı çiçekler olduğundan onlar ile konuşur, onları sever, öper, sevgi gösterirmiş. Çiçeklerin bakımını asla ihmal etmez, sulamasını ve budamasını her zaman tam zamanında yaparmış. Çiçekler de kendilerine bu kadar güzel bakan sahipleri varken; kocaman ve en güzel şekilde açarlarmış.

Bembeyaz bir evde yaşayan altın saçlı kız ve annesinin herkesten sakladığı çok önemli bir sırları varmış. Altın saçlı kızın saçlarından düşen telleri bir mendilin içinde toplayan anne-kız; bu saçlardan altın kazanıyormuş. Nasıl mı? Altın saçlı kızın annesi haftada bir kez gece olduğunda ve karanlık çöktüğünde bahçeye inermiş. Çiçeklerin birinin içine kızının altın saçlarından bir tel koyarmış. Ertesi sabah güneş doğduğu anda çiçek kadına bir altın verirmiş. İşte altın saçlı kız ve annesinin büyük sırrı buymuş. Bu sır sayesinde geçimini sağlayan anne ve kız, kimseye muhtaç değilmiş.

Günlerden bir gün, masum ve kendi hallerinde yaşayan bu anne-kıza da kötülük bulaşmış. Hem de ne bulaşmak! Kötü niyetli bir kadın, gecenin bir yarısı gizlice girdiği bahçede uyuyakalmış ve altın saçlı kızın annesinin çiçekten aldığı altını görmüş. Kötülük düşünen bir kadın olan bu kadın gördüğüne inanamamış. Çiçek kadına resmen altın vermiş. Bu kadın ile arkadaş olursa eline bir sürü altın geçeceğini düşünmüş ve aklına hemen kötü fikirler gelmiş.

Ertesi sabah en eski ve en fakir gibi görünen kıyafetlerini giyerek anne ve kızın bahçe kapısına kadar gelmiş. Amacı anne ve kızın iyi niyetinden faydalanmakmış. Kapının önünde duran yaşlı ve biçare kadını ilk fark eden altın saçlı kız olmuş. Hemen kadının yanına gelmiş:

altin-sacli-kiz

Altın saçlı kız: ‘Teyzeciğim, neyiniz var?’

Kötü kalpli kadın hemen kendini acındırmaya başlamış:

Kötü kalpli kadın: ‘Kızım, çok yoruldum, çok da susadım. Bana bir bardak su verir misin?’

Altın saçlı kız kadının bayılacak gibi halini görünce içi cız etmiş:

Altın saçlı kız: ‘Teyze içeri gel lütfen, sana hem yemek hem de su verelim. Biraz da dinlenirsin.’

Altın saçlı kız ve annesi yaşlı kadını içeri almış. Onu güzelce doyurmuş ve ona güzel bir yatak hazırlamış. Kadın onlara dua üzerine dua etmiş. Yaşlı kadının biçare durumunu gören altın saçlı kız ve annesi de yaşlı kadını bırakmamış ve birlikte yaşamaya başlamışlar.

Gel zaman git zaman kötü kalpli kadın, altınları ele geçireceği günü iple çekiyormuş. En sonunda bir gece dayanamamış ve yataktan kalktığı gibi altın saçlı kızın saçlarını kökünden kesmiş. Fakat bir de ne görsün? Kestiği her saç teli bir yılana dönüşmüş ve kötü kalpli kadına saldırmış. Kadın neye uğradığını ve ne yapacağını şaşırmış. Bağırarak evden çıkmış ve koşmaya başlamış. Kötü kalpli kadın o kadar korkmuş ki korkudan konuşma becerisini de kaybetmiş.

Kötü kalpli kadın yaptığı kötülük karşısında kötülük bulmuş. Konuşma yeteneğini kaybetmiş ve bir daha hiç konuşamamış. Altın saçlı kızın saçları ise kısa sürede yine eskisi kadar uzun olmuş. Altın saçlı kız ve annesi büyük bahçeli evlerinde mutlu bir şekilde yaşamaya devam etmiş. Fakat bir daha kimseye ama kimseye güvenmemiş!document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Akıl Okulu
Akıl Okulu

 

Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Cinler cirit oynarken
Eski hamam içinde..
Ben deyim şu ağaçtan,
Siz deyin şu yamaçtan,
Uçtu uçtu bir kuş uçtu;
Kuş uçmadı, gümüş uçtu.
Gümüş uçmadı, Memiş uçtu.
Uçar mı, uçmaz mı demeye kalmadı;
Anam düştü eşikten,
Babam düştü beşikten…
Biri kaptı maşayı,
Biri aldı kaşağıyı;
Dolandım durdum dört köşeyi..
Vay ne köşe bu köşe!
Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe;
Bu köşe yaz köşesi,
Şu köşe kış köşesi,
Şu köşe güz köşesi,
Diye iki tekerleyip üç yuvarlarken
Aşağıdan sökün etmez mi Maraş paşası!..
Hemen bir fare deliği bulup,
Attım kendimi dışarı;
Gelgelelim şu mahalleninin yumurcakları
Haşarı mı haşarı;
Bir fiske vurdular enseme,
Gözlerim fırladı dışarı!..
Az gittim uz gittim..
Dere tepe düz gittim.
Çayır çimen geçerek,
Lale sümbül içerek;
Soğuk sular içerek,
Altı ayla bir güz gittim.
Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim,
Gide gide bir arpa boyu yol gitmişim!
Vay başıma, hay başıma;
Bu yol bitecek gibi tükenecek gibi değil,
Ya bir devlet kuşu konsa başıma,
Ya da alsa beni kanadına kaşına,
Demeye kalmadı bir de gördüm ki, ne göreyim?
Adıyla sanıyla, yeşiliyle alıyla,
Zümrüdü anka dedikleri değil mi?
Kafdağının üstünden
Süzüm süzüm süzülüp gelmiyor mu?
Bakın be yahu!
Yüzü insan, gözü ahu.
Ne maval, ne martaval,
İşitilmedik bir masal bu!..

Bir varmış, bir yokmuş… Çocuklara masallar anlatan Aydede, bu gece çocuklara hangi güzel masalı anlatacakmış? İşte Aydede’nin masalı…

Bundan asırlar önce, uzak ülkelerin birinde küçük bir kasaba varmış. Bu kasabanın adı Yitan kasabasıymış. Kasabada yaşayan oldukça zengin bir adam da varmış. Adamın zenginliği tüm şehri satın alacak kadar çok, sayısız küpü dolduracak kadar da tükenmez imiş.

Günlerden bir gün bu küçük kasabada önemli bir haber kulaktan kulağa dolanmaya başlamış. En sonunda kasabanın meydanında bir çığırtkan başlamış bağırmaya:

Çığırtkan: ‘Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin, terli su içmeyin. Az konuşu, öz konuşun. Gel gelelim benim size verecek haberime. Komşu başkentimize büyük bir Akıl Okulu açılmış. Bu okula gidenler, okulda akıl öğreniyormuş.’

Zengin adam bu duyuruyu duyduğunda var gücü ile gülmeye başlamış. Yanındaki arkadaşlarına dönerek:

Zengin Adam: ‘Ben hayatımda bu kadar saçma bir şey görmedim! Bir insan ya akıllıdır ya da değildir. Akıl sonradan kazanılmaz ki! Bu okul nasıl akıl öğretecek ki?’

Zengin adam akşam eve gittiğinde çocuklarına da durumdan bahsetmiş. Bu adamın üç tane çocuğu varmış fakat üç çocuğu da okula gitmiyormuş. Zengin adam elindeki paraya o kadar çok güveniyormuş ki, çocuklarını okutmaya gerek bile görmemiş. Fakat çocuklarından büyük olan babasının bu tavrından pek memnun değilmiş. Babası Akıl Okulu konusunu anlatınca da dayanamamış, içinden geçenleri söylemiş:

Oğul: ‘ Baba, sen yanlış düşünüyorsun. Okumak gibisi var mı? İstediğin kadar zengin ol, para ile alamayacağın tek şey bilgidir.’

Zengin adam oğlunun bu sözlerini uzun bir süre düşünmüş. Günlerce, gecelerce bu sözler ile yatmış, kalkmış. Aklına Akıl Okulu düşmüş bir kere, sürekli onu düşünür, dururmuş. En sonunda kararını vermiş zengin adam. Atlamış atına, düşmüş yollara. Amacı Akıl Okulu’na gidip burada öğretilen bilgilerin neler olduğunu görmekmiş.

Zengin adam az gitmiş, uz gitmiş; dere-tepe düz gitmiş. Günlerce, gecelerce yolda geçirmiş. En sonunda başkente yaklaştığı bir sırada yolda yaşlı bir ihtiyara denk gelmiş. İhtiyara nereye gideceğini sormuş. İhtiyar da başkente gittiğini söyleyince zengin adam attan inmiş ve yaşlı ihtiyarı ata bindirerek başkente kadar götürmüş.

Başkente geldiklerinde yaşlı ihtiyarın bir isteği daha varmış:

Yaşlı ihtiyar: ‘Oğlum, madem bu iyiliği yaptın, beni meydana kadar da götür de sana dua üzerine dua edeyim.’

Zengin adam yaşlı ihtiyarı attan indirmeden meydana kadar götürmüş. Tam meydana geldikleri esnada yaşlı adam birdenbire bağırmaya başlamış:

Yaşlı ihtiyar:’ İmdat! Kardeşler yardım edin, bu adam benim atımı çalmaya çalışıyor!’

Bütün ahali hemen yaşlı ihtiyar ve zengin adamın yanına toplanmış. Yaşlı ihtiyarın görüntüsü insanların ona acımasına neden olmuş. Etraftaki herkes suçlu olarak zengin adamı görmüş:

Ahali: ‘Adam sen utanmıyor musun? Bu yaşlı adamı dolandırmaya nasıl vicdanın el verir?’

Zengin adam şaşırmış. Kendini ifade etmeye çalışmış. Adamı yarı yoldan aldığını ve iyilik yaptığını, atın kendisine ait olduğunu ifade etmiş. Ama adamı kimse dinlememiş! Herkes adamı da önlerine alıp kasabanın hakiminin yerine gitmiş.

Zengin adam hakimin karşısında çıkmış. Hakim önce adamı sonra da yaşlı ihtiyarı dinlemiş. Ardından yardımcısını yanına çağırmış:

Hakim: ‘ Bana hemen bir nalbant, bir baytar bir de saraç çağırın.’

Yardımcı fırlamış ve çok geçmeden yanında üç kişi ile gelmiş. Zengin adamın atını sırası ile nalbant, baytar ve saraç incelemiş. Hakim hepsine sıra ile atın hangi memlekete ait olduğunu sormuş. Hepsi de atın kendi memleketlerinden olmadığını, atın Yitan yöresine ait bir at olduğunu söylemişler. Hakim bunun üzerine zengin adamı yanına çağırmış:

Hakim:’ Beyefendi at sizin atınızdır. Atınızı alıp gidebilirsiniz, suçsuz olduğunuz ortaya çıktı. Yaşlı adama da gereken ceza verilecektir.’

Zengin adam çok şaşırmış. Hakime sormuş:

Zengin Adam:’ İyi de siz bunu nasıl anladınız? Bu adamlar atın Yitan bölgesine ait olduğunu nereden bildiler?’

Hakim zengin adama dönerek:

Hakim: ‘Beyefendi, bu kişiler ve ben de dahil hepimiz Akıl Okulu’nda okuduk. Bildiğimiz her şeyi okulda öğrendik. Bize o okulda iyi ve doğruyu öğreterek doğruya nasıl ulaşılacağını da gösterdiler.’

Zengin adam memleketine döndüğü gibi başından geçenleri herkese anlatmış. Ve artık bilginin ne kadar değerli olduğunu çok iyi biliyormuş. Çocuklarının hepsini de Akıl Okulu’na göndermiş.

 

akil-okulu}

Uyu Bebek Uyu Ninnisi
Uyu Bebek Uyu Ninnisi

Bir çocuk şarkısını andıran sevimli mi sevimli bir ninnimiz. Haydi uykuya melekler...

[lyte id="VPP3aGaO5HU" /]

UYU YAVRUM YİNE SABAH OLUYOR MASALI

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur da saman içinde… Develer tellal iken, bizim pireler de berber iken… Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… İp kopmaz mı tavandan, anam düşmez mi beşikten… Anam kapar maşayı, babam kapar meşeyi, ikisi de başlar kovalamaya beni. Döne döne durdum, kendime güzel bir köy buldum. Köyün içinde güzel bir kız buldum. Kimdir bu kız derken başladı bana masal anlatmaya, ben de başladım hayaller kurmaya… Var mısınız siz de küçük kızın anlattıklarını dinlemeye…

Vakti zamanın birinde, küçük bir kasabanın içinde kendi halinde yaşayan genç bir çift varmış. Bu çiftin dünyalar güzeli bir de kızları olmuş. Kız güzelmiş hem de ne güzel… Yüzü dersen ay parçası, gözleri dersen kömür karası… Saçları kıvır kıvır, teni pamuk gibi yumuşacık. Fakat güzeller güzeli bu kızın büyük mü büyük bir derdi varmış. Bu küçük ve sevimli kız gece olduğunda bir türlü uyku nedir bilmezmiş. Bütün gece geç saatlere kadar ağlar, annesini ve babasını uykusuz bırakırmış. En sonunda minik kızın ağlamaya takati kalmaz ve olduğu yerde sızar kalırmış. Güzel kızın annesi artık uykusuzluktan bir deri bir kemik kalmış neredeyse. Kadının bütün güzelliği gitmiş… Gece olduğundan kadını dert basmaya başlıyormuş. Güzel kızı gecenin karanlığı ile birlikte yine ağlamaya başlayacak ve onu uykusuz bırakacakmış. Kadının gözlerinin altı mosmor olmuş uykusuzluktan.

Genç kadın ve eşi bunun bir çaresi var mıdır diye doktor doktor gezmişler. Ama hiçbir doktor çare bulamamış minik kızın ağlamasına ve uyku problemine. Artık genç kadının gözünde tüm çareler tükenmiş. ‘Benim de kaderim bu herhalde’ diye düşünmeye başlamış.

Günlerden bir gün, gece ine bastırdığında genç kadı minik kızını almış ve odasın götürmüş. Onu beşiğine yatırmış ve güzel bir ninni söylemeye başlamış:

‘Uyu Yavrum Yine Sabah Oluyor

Uyumazsan Güzel Rengin Soluyor

Babacığın Gelmiş Bize Bakıyor

Uyu Yavrum Yine Sabah Oluyor

E…. E…. Pış Pış…….’

Genç kadın o kadar uykusuzmuş ki neredeyse orada uyuyup kalacakmış. Ama minik kızının ağlaması onu yerinden sıçratmış. ‘İşte yine başladık’ diye düşünmüş genç kadın. Minik kızını kucağına almış ve sakinleştirmeye çalışmış. Minik kız annesinin kucağında bile sakinleşmiyor ve ten rengi kırmızıdan neredeyse mora dönene kadar ağlamaya devam ediyormuş. O sırada dış kapının çalmasını duyan genç kadın kimin geldiğini merak ederek minik kızını beşiğine yatırarak kapıya bakmaya inmiş.

Minik kız odada tek başına kalınca uyku perisi yanına gelmiş sevimli kızın beşiğinin. Ve onunla konuşmaya başlamış:

Uyku Perisi: ‘Güzeller güzeli kız, sen neden uyku uyumuyorsun? Bak annen ne kadar mutsuz ve üzgün…’

Minik kız uyku perisine bakmış:

Minik Kız: ‘Uyku perisi, ben uyuduğumda odamda yalnız kalacağım diye çok korkuyorum. O yüzden sürekli olarak ağlıyorum ve annem de yanımdan ayrılamıyor.’

Uyku perisi minik kızın neden uyku uyumadığını ve neden sürekli olarak ağladığını şimdi anlamış. Hemen sihirli asasını çıkarmış ve birkaç sihirli cümle söyleyerek sevimli kızın beşiğine kendi gibi sevimli bir ayıcık getirmiş.

Uyku Perisi: ‘Minik kız, bu artık senin uyku arkadaşın. Bu sevimli ayıcık benim ona yaptığım sihir ile seni sürekli olarak koruyacak. Sen de böylece rahatça uyuyabileceksin. Artık anneni daha fazla üzme ve yanındaki sihirli uyku arkadaşın ile uyu.’

Minik kız uyku perisinin ona getirdiği oyuncak ayı ile çok sevinmiş. Artık uyurken odada yalnız kalmayacakmış. Oyuncak ayısına sarılmış ve zaten çok yorgun olduğu için uykunun kollarına bırakmış kendisini.

Genç kadın minik kızının sesinin kesildiğini duyunca panikle odasına koşmuş. Fakat bir de ne görsün! Güzel ve sevimli kızı beşiğinde mışıl mışıl uyuyormuş. Genç kadın çok şaşırmış. O sırada minik kızının sarıldığı sevimli bir oyuncak ayı olduğunu fark etmiş. Oyuncağın oraya nasıl geldiğini bilmiyormuş ama bu oyuncağın kızını uyuttuğunu biliyormuş.

Minik kız uyku perisinin kendisine hediye ettiği uyku ayısı ile o geceden sonra hep birlikte uyumuş. Ve bir daha annesini uyku yüzünden hiç üzmemiş.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de tek başına ve annesini üzmeden uyuyan çocukların olmuş…

Bol Soğanlı Börülce Ninnisi
Bol Soğanlı Börülce Ninnisi

Yöreden yöreye sözleri değişiklik gösterse de melodisi ve duygusu hep aynıdır ninnilerimizin. İçimizi ısıtan, bizi çocukluğumuza götüren sımsıcak eğlenceli bir ninni.

[lyte id=”CDWZLmDwwsY” /]

KADİFEDEN PANTOLON MASALI

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, pire berber iken, ben dayımın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, aşağıdan gelir bir ses hem de ne ses…’ Tutun da, vurun da’ diye bir gürültü kopmaz mı? ‘Eyvah, dedim. Yandık! Şimdi bunlar susmazlar, dayımı da uyutmazlar’ Yüz ayak merdiveni bir çırpıda atladım, vardım geldim aşağıda ne var diye baktım. Bakmaz olaydım da görmez olaydım… Var bir sürü kuru kalabalık, hepsi birbirinden ayık! Nereye gidiyorsunuz böyle? Diye sordum birine, dedi ki ‘Masal dinlemeye’…’kim anlatır masalı’ dememe kalmadı, bir peri aldı beni kanadına, uçurdu götürdü masal diyarına… Bu diyardan size de var bir masal, buyurun dinleyin ey güzel çocuklar…

Zamanın birinde, küçük kasabanın birinde kendi halinde yaşlı mı yaşlı bir nine yaşarmış. Bu nine çok görmüş geçirmiş bir nine imiş. Her zaman söyleyecek bir lafı, yapacak bir işi olurmuş. Kendisine gelen gençlere öğütler verir, misafirliğe gelen çocuklara da ninniler söyler, masallar anlatırmış. Ninenin öyle güzel sesi varmış ki, bu nineye gelen her çocuk ninenin söylediği ninniden sonra hemen uyurmuş. Yaşlı ninenin adı çıkmış ya kasabada, minik bebeğini kapan herkes soluğu bu ninenin kapısında alırmış. Nine de her birine ayrı bir ninni uydurur, her çocuğu uyutarak gönderirmiş.

Günlerden bir gün genç bir kadı gelmiş kucağında minik bebesi ile. Kadının yüzünden düşen bin parça. Yaşlı nine sormuş kadına:

Yaşlı Nine: ‘Kızım, neden suratın asık böyle?’

Genç kadın neredeyse dokunsan ağlayacak. Hemen cevap vermiş görmüş geçirmiş bu nineye:

Genç Kadın: ‘Neden asık olmasın a nineciğim. Benim bu oğlan öyle bir oğlan ki, ona aldığım hiçbir pantolonu giymiyor, ille de kadifeden olanı giyiyor. E bizim de durumumuz belli. Hep kadifeden pantolon alamayız ki ona! Dersin ki minik bebe, ne anlar kadifeden. Ama başka pantolon giydirdiğimde başlıyor ağlamaya. Aman nineciğim, görmüş geçirmiş nineciğim! Sen bulursun bunun çözümünü, bir yardımcı ol bana.’

Yaşlı nine şaşırmış. Böyle bir minik çocuk daha önce ne görmüş ne de işitmiş. Minik çocuğu kucağına almış. Başlamış ona güzel bir ninni söylemeye:

‘Dandini dandini dan ister
Bey babasından don ister
Basmadan beğenmez oğlum
Kadifeden don ister’

Genç kadın ninenin uydurduğu ninni karşısında gülümsemiş. Minik çocuk da gülümsemiş. Yaşlı nine, ninni bittiğinde eğilmiş minik bebeğe, başlamış kulağına fısıldamaya:

‘Sen güzel bebek, akıllı bebek,

Ne diye üzersin anneni boş yere.

Sonra çok istersin anneni yanında,

Ama kar etmez bak sonra.

Üzme anneni boş yere,

Sonra pişman olursun ama nafile.’

Yaşlı nine minik bebeğin kulağına birkaç dua okuyup onu güzelce üflemiş. Genç kadına minik bebeği verirken genç kadına da tembihlemiş:

Yaşlı nine: ‘Güzel kızım, genç kızım. Şimdi sen kadife pantolondan başka pantolon giydirdiğinde yine ağlayacak bu minik bebek. Ama sn dayan, biraz sabret. Baktı gördü sen değiştirmiyorsun; ağlaması duracak, alışacak yeni pantolonuna. Biraz sabır kızım…’

Genç kadın o anda fark etmiş ki, minik bebeği ağladığı gibi dayanamayıp hemen değiştiriyormuş pantolonu. Oysaki sihir de keramet de biraz sabretmekmiş. Sabredip çocuğun alışmasını beklemekmiş.

Genç kadın o gün yaşlı nineden güzel bir ders öğrenmiş. O günden sonra minik bebeği de bir-iki kez ağladıktan sonra bakmış ki faydası yok bütün pantolonları giymeye başlamış.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de sabır edenlerin olmuş…

Yağmur Yağar Ninnisi
Yağmur Yağar Ninnisi

Anadolu ezgileriyle bezenmiş dinledikçe size ve sizinle birlikte dinleyenlere iyi gelecek etkileyici bir ninni...

[lyte id="jadBVo-9tkA" /]

YAĞMUR YAĞAR NİNNİSİ MASALI

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler top oynarken eski hamam içinde… Hangi orman içinde, hangi ağacın tepesinden? Ben deyim şu ağaçtan, siz deyin şu yamaçtan, uçtu uçtu bir kuş uçtu. Kuş uçar mı, uçmaz mı demeye kalmadı; bir baktım bizim eşek ahırdan kaçtı… Anam kızdı bana, ben başladım ağlamaya… Derken geldi yanıma masal perisi, başladı anlatmaya en güzel hikâyeyi… Dilerseniz siz de dinleyin, masal perisinden bir iyilik isteyin…

Bir varmış, bir yokmuş… Diyarların birinde, küçük bir kasaba içinde, kocaman bahçeli güzel mi güzel bir ev varmış. Bu evde mutlu mesut yaşayan güze bir anne bir de minik kızı varmış. Bu güzel annenin zamanında yaşlı bir teyzeye büyük bir iyiliği dokunmuş. Yaşlı teyze de masal bu ya; bu güzel ve genç anneye sihirli bir elmas küpe hediye etmiş. Bu küpelerin sihri ne diye sorarsanız, ne zaman minik kız iki eli ile kulağındaki elmas küpelerine dokunsa kulağının arkasında minik bir altın çıkıyormuş. Bu gizli sırrı genç kadın kimseye söylememiş. Fazla altında ya da zenginlikte gözü de olmadığı için, sadece parası bittiği zamanlarda elmas küpelerin sihrini kullanıyormuş. Mütevazı oluşu, elmas küpelerin sihrini devam ettiren en büyük etkenmiş aslında. Genç kadın sürekli olarak şarkılarla, ninnilerle seviyormuş güzel kızını. İşte o ninnilerden birisi:

‘Yağmur yağar sere serpe

Kulağında elmas küpe

Uyuturum kızımı koka öpe

Eeee eeee ninni

Ninni benim nazlı kızım sana ninni’

Günlerden bir gün, kötü kalpli bir kadın, minik kız ile annesinin evinin yanından geçerken; güzel çiçeklerin kokusuna aldanmış ve gizlice bahçeye girmiş. Kocaman bahçenin içinde kendini kaybeden kötü kalpli kadın, tam o sırada aralık kalan pencereden evin içini görmüş. Aman Allahım! Bir de ne görsün! Minik bir kız iki eli ile kulağındaki elmas küpelere dokunmuş. Dokunması ile minik kızın kulağının arkasından küçük bir altın çıkmasın mı! Kadın güzelce almış altını eline, minik kızını sevmiş saatlerce. Kötü kalpli kadın da gördükleri karşısında hemen plan yapmış:

Kötü Kalpli Kadın: ‘O elmas küpeler benim olmalı!’

Kafasındaki planı uygulamak için zaman kaybetmek istemeyen kötü kalpli kadın, hemen kapıyı çalmış. Amacı kadını oyalayıp minik kızın kulağındaki elmas küpeleri almakmış.

Minik kızı ile oyunlar oynayan genç kadın, kapının çalınması ile irkilmiş. ‘Allah Allah kim gelebilir ki?’ diye geçirmiş aklından. Hemen az önce kızının kulağının arkasından aldığı altını güzel bir yere saklamış ve kapıyı açmış. Karşısında neredeyse kendi yaşlarında gen.ç bir bayan görünce şaşırmış. Bu kadını tanımıyormuş.

Kötü Kalpli Kadın: ‘Ben rahatsız ediyorum ama, bahçenizden geçerken güzel çiçek kokularına kayıtsız kalamadım. Bu güzel bahçenin sahibi ile tanışmak ve eğer imkanı varsa bana da güzel bir çiçek vermesi için ricada bulunmak için kapınızı çaldım.’

Genç kadın, kadının çiçeklere kaşı ilgisi olduğunu ve kibar konuşmasını görünce bu kadının zararsız bir kadın olacağını düşünmüş ve içindeki iyi niyet ile onu hemen içeri buyur etmiş. Mutfakta onun için bir şeyler hazırlarken, aynı anda balkonundan güzel bir çiçek saksısı da hazırlıyormuş.

Kötü kalpli kadın ise ‘İşte tam aradığım fırsat!’ diye düşünmüş. Hemen minik kızın yanına yaklaşmış. Hızlı bir hareket ile elmas küpeleri kulağından çıkarmaya çalışmış. Fakat o da ne! Küpeler yerinden çıkmadığı gibi birdenbire kadının eli de yanmasın mı? Kadın acı içinde yanmaya ve kıvranmaya başlamış olduğu yerde. Diğer kadın da balkondan koşarak içeri girdiğinde bu kadının aslında kötü niyetli bir kadın olduğunu ve kızının küpelerini çalmaya çalıştığını anlamış. Hemen kadını evinden kovmuş. Koşarak minik kızına sarılmış ve bir daha asla bu kadar dikkatsiz davranmayacağına dair söz vermiş.

Aman çocuklar siz siz olun, her gördüğünüz iyi gibi görünen kişiye inanmayın!

Çamlıbelden Çıktım Yayan Ninnisi
Çamlıbelden Çıktım Yayan Ninnisi

İçimize dokunacak kadar duygu dolu, sizi bulutların arasında hissettirecek, huzurla dinleyeceğiniz içli ninnilerimizden biri.

 

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken, horozlar imam iken, mandalar berber iken… Annem daha kaşıkta, babam daha beşikte… Ben de babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Babam düştü beşikten, alnını yardı eşikten… Geç bunları tekerlemeci, masal gelir eşikten…

Zamanın birinde Sivas’ın Çamlıbel köyünde bir çoban yaşarmış. Çoban sabah meralara çıkar, hayvanları otlatır; gezer dolaşır akşam da tekrar evine gelirmiş. Çobanın evde bir eşi, bir de beşikte bebesi… Mutlu yaşamlarına devam eder, kimseden yardım beklemeden geçinir giderlermiş.

Günlerden bir gün, çoban yine toplamış bütün hayvanları. Almış meraya götürmüş, bırakmış otlamaya. Fakat o sırada uzaktan gelen sesler işitmiş. Seslerin ne olduğunu anlamaya çalışmış. Daha da dikkat kesilmiş, can kulağı ile dinlemiş. Seslerin at sesi olduğunu anlamış. ‘Bu kadar ses yapacak kadar at burada ne arar’ diye geçirmiş içinden. O sırada ufuk çizgisinde kendisine doğru yaklaşmakta olan en az on tane atlı görmüş. Çoban o anda anlamış ki bunlar eşkıya imiş.

Hemen hayvanları ıslıkla çağırmaya ve toplamaya çalışmış. Ama nafile! O hayvanları toplasa bile buradan gidene kadar atlar ile gelen eşkıyalar onu çoktan yakalarmış. Çoban çaresizlikle başlamış dua etmeye:

- ‘Yarabbi, sen yardım et! Bu hayvanlar benim değil. Bu eşkıyalar hayvanları alır da giderse, ben ne yaparım? Ne derim sahiplerine…’

Çoban hayvanları toparlayamadan eşkıyalar yanında bitmiş. Çobanın etrafında bir dolanmış, çobanı süzmüşler. Eşkıyaların başındaki adam söyle bir bakmış çobana:

Eşkıya: ‘Çoban! Söyle bakalım tüm hayvanlar bu kadar mı?’

Çoban çaresizce yanıtlamış eşkıyanın sorusunu:

Çoban: ‘Evet, hepsi bu kadar. Ama onları almayın, ne olur! Bu hayvanlar bana emanet. Ben ne derim sonra sahiplerine!’

Baş eşkıya haince gülmüş saf çobanın bu sözlerine:

Eşkıya: ‘Ne yani sen şimdi bu kadar hayvana dokunmayın, bırakın mı demek istiyorsun? Seni saf çoban! Eşkıyaların elinden bir şey kurtulmaz, bilmez misin?’

Eşkıyalar hayvanların hepsini sürü şekline getirip kendi diyarlarına doğru sürmeye başlamışlar. Zavallı çoban ise olduğu yerde kalakalmış. Şimdi köye dönüp ne cevap verecekmiş!

Çoban havanın yavaş yavaş kararmaya başlaması ile birlikte köy dönmek zorunda olduğunu anlamış. Düşmüş yollara… Yarı yola vardığında ise köylüyü bulmuş karşısında. Çoban tam kendini anlatacakken köylülerden biri çıkmış ortaya:

Köylü: ‘Hey çoban! Nerede bizim hayvanlarımız, nerede kaldın bu saate kadar!’

Çoban üzüntüsünden ne diyeceğini bilemiyormuş. Ama karşısında açıklama bekleyen köylüler de varmış. En sonunda başlamış anlatmaya. Sözleri bitince köylü halkın kendisini anlamasını beklerken hiç ummadığı bir tepki ile karşılaşmış:

Köylü: ‘Sen ne dersin kendini bilmez çoban! NE demek eşkıyalar aldı gitti! Senin görevin bizim hayvanlarımızı korumak değil mi! Biz sana bu yüzden vermez miyiz paranı. Nereden bilelim hayvanları senin kaçırmadığını?’

Çoban kendisine iftira atan köylüye hayretle bakmış:

Çoban: ‘Siz beni hiç tanımaz mısınız? Ben böyle bir şey yapacak biri miyim? Bunca senedir birlikte çalışmadık mı? Bana nasıl böyle bir iftira atarsınız?’

Köylüler, çobanın sözlerine inanmayarak onu yarından tez yok köyden kovmuşlar. Çoban hem kendine atılan iftira karşısında hem de ekmeğinden olduğundan çok üzgünmüş. Eve gidip eşyalarını toplamış. Eşini ve bebeğini de almış yanına. Gece sabaha vardığında çoban kendisine güvenmeyen bu insanlar arasında daha fazla kalmayıp düşmüş yollara… O sırada çobanın söylediği bir türkü ise sonrasında olmuş moda…

‘ÇAMLIBEL'DEN ÇIKTIM YAYAN

DAYAN EY DİZLERİM DAYAN

KARDAŞ ATLI BACI YAYAN

NENNİ NENNİ, NENNİ NENNİ

NENNİ NENNİ, NENNİ BEBEK OY

BEBEĞİMİN BEŞİĞİ ÇAMDAN

YUVARLANDI DÜŞTÜ DAMDAN

BEY BABASI GELİR ŞAMDAN

NENNİ NENNİ, NENNİ NENNİ

NENNİ NENNİ, NENNİ BEBEK OY

BEBEĞİMİN BEŞİĞİ BAKIR

YERİNDEN KALKMIYOR AĞIR

BEN SALLARIM TAKIR TAKIR

NENNİ NENNİ, NENNİ NENNİ

NENNİ NENNİ, NENNİ BEBEK OY’

 

[lyte id="qlcEumwvEkY" /]
Keloğlan ve Dev
Keloğlan ve Dev

 

Zaman zaman içinde,
Kalbur saman içinde..
Bu sözün önü var, arkası yok;
Gömleğimin yeni var, yakası yok..
Sabır da bir huydur, suyu var tası yok.
De gel sabreyle..
İyi ama susuzla, sabırsız ne yapar?
Ya bir kuyu kazar,
Ya dolaşır çarşı-pazar;
Ben de aç karın, yüksek nalın çıktım pazara.
Mevlâm uğratmasın iftiraya nazara…
Bir kaz aldım karıdan, boynu uzun borudan!
Kendisi akça pakça,
Eti kemiğinden pekçe;
Ne kazan kaldı ne kepçe!
Kırk gündür kaynatırım kaynamaz.
Hay dedim, huy dedim;
Bu ne pişmez şey dedim.
Bir iken iki olduk, üç iken dört olduk;
Anan soylu, baban boylu,
Derken kırk olduk;
Kırkımız kırk ateş yaktık!..
Kırk gündür kaynatırız kaynamaz.
Baktım ki olacak gibi değil,
Sofraya konacak gibi değil,
Eğil dağlar eğil dedik;
On tanemiz hu çekti,
Onumuz su çekti;
Onumuz odun çekti;
Hay’dan geleni Hu’ya sattık,
Unu bulguru suya kattık.
Suyu kazana, kazanı yeniden ocağa attık;
Vay ne kaynattık ne kaynattık..
De şimdi kaynar mı, kaynamaz mı?
Derken efendim bu kez başını kaldırıp bize bakmaz mı
Gayrı pabucunu bırakıp kaçan kaçana!
Kanadını kaldırıp uçan uçana!
Eh, bir ben miyim kırk kişinin gevşeği?
Çıkardım ahırdan boz eşeği,
Vurdum sırtına palanı,
Çektim yedi yerden kolanı;
Bindirdim üstüne doksanlık anamı.
Boynuna mavi bir boncuk takmadım ama,
Koynuna koydum bir sabır taşı.
Sabırtaşı, sabırcık taşı deyip, geçmeyin öyle!
Ne anamın aşı, ne gözümün yaşı…
Verilecek kuluna vermiş,
Bize de versin Yaradan;
Haydi dedikoduyu kaldırıp aradan,
Dinleyin şimdi; sabırlı kim, sabırsız kimdi?

Handadır handa, bir kara manda,
Üç yüz yaşındaydım evvel zamanda.
Mavi çadır gerilmiş, duydum pazar kurulmuş
Vurdum karıncaya palanı,
Kırk yerinden bağladım kolanı.
Sardım sırtına seksen sekiz çuval soğanı,
Vardım pazara.
Vay ne pazar, ne pazar, güzeller üryan gezer.
Kırlangıçlar terzi, köpekler kalaycı, tilkiler tüccar.
Buldum bir köşe, başladım işe.
Soğan, sarımsak satarken,
Terazimin kolu kırıldı, bir güzele bakarken.
Kurbağa kanatlandı, gitti gelin getirmeğe.
Gelin çıktı çardağa, çat yerleşti bardağa.
Masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı
Var varadan, sür süreden;
Manisa’dan Tire’den,
Şimdi ki hal buradan.
Soğan, sarımsak ağacı, baklava başlar tacı…
Kalaycı oldum kalayladım kapları, hep kırıldı tavaların sapları.
Müezzin olsam minareye çıkmalı, kayyum olsam kandilleri yakmalı..
Kadı olsam el hatırı yıkmalı…
İşim başımdan aşkın, gezerken şaşkın şaşkın.
Dediler abdal, bu gece burada kal.
Alalım sana bir ahu hilâl.
Acele ile ettiler nikah.
Zülüfleri tel tel, kaşları siyah..
Ay ay der yatar, vay vay der kalkar..
Böyle cadılar çok evler yıkar..
Vardım çattım kılavuza:
Ne yaptın bana?
Ne yaptım ki sana?
Başımda külah, kurtardı Allah.
Duman çökmüş karşı ki dağın başına, kan bulaşmış avcıların dişine.
Başlıyalım şu masalın başına…

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellalken, pireler berberken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallaar iken; ülkenin birinde bir köy varmış. Buranın kenar mahallelerindeki bir kulübede, çok fakir bir keloğlan ile yaşlıca annesi yaşarmış. Keloğlan çok akıllı ve becerikli olmasına becerikli imiş ama azıcık da tembellik eder çalışmaya pek yanaşmazmış. Miskin miskin evde oturmayı, ne bulabilirse yiyip, içmeyi ve uyumayı oldukça fazla severmiş. Tembel mi tembel, saçı olmayan kafası yüzünden herkes ona keloğlan lakabını takmış. Keloğlanın ihtiyar annesi de çamaşırlarını yıkar, hem kendini, hem de tembel kel oğlunu keleş oğlunu beslemeye çalışır, zorluklar içinde geçinip yaşamaya çalışırlarmış.

Bu günlerden bir gün Keloğlanın çarşıya çıkıp dolaşası gelmiş. Bir de ne görsün bakmış uzakta bir kalabalık toplanmış. Kalabalığın ortasında bir adam yüksek sesle bir şeyler anlatıyor. Kalabalıktaki insanlar da ona kulak vermiş dinliyor. Bizim Keloğlan da kalabalığa yanaşarak bu adamın dediklerini dinlemeye başlamış. Adam şehrin tellallarından bir kimseymiş meğer. Keloğlan’ın dinlediği tellal diyormuş ki:

-Ağır bir iş için bir adam lazım gelir. Bu işi halledecek adama yüz altın verilecektir. Talip olan kimse varsa ortaya çıksın…
Keloğlan etrafta toplanan kalabalıktan ses seda çıkmamış. İşin sonunda yüz altın da verileceğini öğrenince tellala:
-Bu işi ben yaparım, yalnız bu yapılacak işi hemen bana anlatmalısın demiş.
Tellal, Keloğlanı şöyle süzdükten sonra, gözü pek tutmamış herhalde ki:
-Oğlum, sen bu işi yapamazsın, iş hayli zordur. Bunu yalnız akıllı, becerikli, güçlü ve cesur adamlar başarabilir. Ben bunları sende göremedim kusura bakma, deyince;

Keloğlan:
-Ummadığın taş baş yarar. Ben bu işi çok da güzel başarabilirim, diye cevap vermiş. Etrafta toplanan kalabalıktan alaylı kahkahalar yükselmiş. Bu arada tellal onun fakir haline de acıyarak:
-Pekala keloğlan… Madem ki kendine bu kadar çok güveniyorsun sana şimdi yapacağın işi tarif edeyim…Uzak bir diyardan mal getirmeye gideceksin… Yolculuk at sırtında olacak, ama sen bu yolculuğa nasıl katlanabileceksin? diye sorunca.
Keloğlan:
-Ben yaparım dediğim bir şeyi yaparım. Elbette katlanabilirim, sen onu merak etme karşılığını vermiş. Tellal:
-Madem ki bu kadar güvenin var, ben de bu işi sana veriyorum madem öyle ise… Paranı şimdi mi vereyim, yoksa dönüşte mi alırsın? demiş Keloğlan da:
-Şimdi verinde birazı yanıma alırım, geri kalanını da anneme harçlık bırakırım, demiş.
Bu şartlarla anlaşan Keloğlan sevinç ve heyecanla annesine koşarak durumu anlatır ve
yanındaki parayı annesine bırakıp veda ederek yapacağı işe gider.

Toplantı yerine varan Keloğlan, kafilenin kendisini beklemekte olduğunu görür. Kafile başkanı, Keloğlan’a hazır olup olmadığını sual eder. Hazır olduğunu duyuncaküçük kafile hemen atlara binerek yola koyulur… İki gün durup dinlenmeden uzunca yollar alırlar. Üçüncü gün Keloğlan’ın at sırtındaki yolculuktan vücudunun her tarafı iyiden iyiye ağrımaya başlar. Ama verdiği sözü ve aldığı parayı düşünerek sabır ve sebat içinde yoluna devam eder. Artık akşam olmak üzeredir. Kafile başkanı mola için kervanın durabileceğini salık verir. Keloğlan dinlenebileceği için bayağı sevinmiştir. Ama sevinci hiç de uzun sürmez. Atlar bağlanıp kamp kurulunca kafile başkanı Keloğlan’ı çağırtır. Keloğlana der ki:
-Keloğlan, ileride bir kuyu görünüyor ya…
-Evet, diye cevaplar bizim Keloğlan.
-İşte şimdi o kuyuya in… Korkmazsın herhalde değil mi?…
Keloğlan kuyunun yanına gider sağına, soluna bakar sonra da eğilip içine bakar, kafile başkanına:
-Ne var ki korkacak, inerim tabii. der. Keloğlan korksa bile korktuğunu belli etmemeye çalışıp kuyuya inmeye hazırlar kendisini.

Etrafını saran yol arkadaşları Keloğlan’ın beline kalın bir ip bağlayıp kuyuya aşağı sallarlar.
Keloğlan kuyunun yarısına gelince sağ tarafında karanlıkta açılan bir kapı görür. Adamın biri Keloğlan’ı kucakladığı gibi bu kapıdan çekiverir… Neye uğradığını anlayamayan Keloğlan, Geniş bir bahçe ve bu bahçenin ortasında büyük bir saray görmesin mi!?.. Sarayın bahçesinde çiçeklerin arasında dünya güzeli bir kız oturmuş, arkasında bir dudağı yerde, bir dudağı gökte iri ve koyu siyah renkte bir zenci ayakta dikilmiş. çiçeklerin arasında bir de tavus kuşu dolanıyor. Şaşkınlıkla bunları seyreden Keloğlan birden arkasında gürleyen bir sesle irkilip korkudan zıplar. Arkasını dönünce, ne görsün?… Kocaman bir dev. Tam arkasında ona bakmıyor mu!.. Dev, korkunç bir sesle:
-Eyy, adem oğlu!… Söyle bakalım, şurada gördüklerinden hangisi daha güzel sence?..
Keloğlan korkudan tir tir titrer, ne cevap vereceğini şaşırır ama, biraz sonra aklı başına gelir ve hızlıca düşünüp şöyle der:
-Sultanım, gönül neyi severse güzel odur.
Dev, aldığı cevaptan memnun olmuşa benzer. Ve Keloğlan’a tekrar sorar.
-Tavus kuşu çok hoş, şu kız çok güzel, amma velakin şu zenci çok çirkin!.. Buna ne dersin?..
Keloğlan artık ilk şaşkınlık ve korkudan kurtulduğundan cevabı hızlı verir:
-Gönül neyi severse, güzel odur diyerek aynı cevabı yapıştırır.
Aldığı cevap çok hoşuna giden dev, Keloğlan’a:
-Aferin, sen akıllı birisine benziyorsun bakıyorum diye Keloğlan’a hemen yanındaki ağaçtan üç tane büyük nar koparıp verir, ve:
-Al bu narları, dönüşte annenle birlikte yersin der. Ve Keloğlan’ın yanından uzaklaşır.

Meğer Dev, her kuyuya inen insana bu soruları sorar fakat, bir türlü istediği akıllıca cevabı alamayınca çok kızar, hemen kellesini keser, sonra da etlerini yermiş. Kuyuya inenlerin çoğu, Dev’in bu soruları karşısında kız güzel, birçoğu da kimi tavuskuşu diye Dev’e cevap verirlermiş. Bu cevaplardan memnun kalmadığı için kuyuya inen bir daha geri dönemezmiş. Dev’in yanından ayrılan Keloğlan tekrar çıkış kapısına gelip yukarı nasıl çıkacağını düşünürken birden yukarıdan, su almak için sarkıtılmış bir kovanın kendisine doğru geldiğini görmüş. Keloğlan, hemen bu kovadan tutunup yukarı çıkıvermiş.

Keloğlan’ı sapasağlam yukarı çıktığını gören arkadaşları, şaşkınlıktan ağızları bir karış açık, gözlerine inanamazlar ve birbirlerine bakışıp kalırlar. Çünkü kervancılar bu kuyudan su almak istedikleri zaman her seferinde Dev’e bir insanı kurban vermek zorunda kalmışlar. Yol arkadaşları onu böyle güler yüzlü ve sağlam görünce elbette şaşakalmışlar. Kafile başkanı, merakla Keloğlan’a:
-Şimdiye kadar bu kuyuya sarkıttığımız adamlardan hiçbiri geri dönmemiştir. Sen nasıl oldu da bu kuyudan sağlam çıktın evlat?…
Keloğlan güler yüzle şu cevabı verir:
-Nasıl çıktıysam çıktım.. Çıktım ya!… Siz ona bakın.
Yeniden kafile yola koyulmuş. Varacakları o uzak ülkeye varmış.Atlara malları yükleyerek memlekete dönmüşler.

Keloğlan elindeki Nar’ları sevinçle evine dönünce, annesi yine her zamanki gibi, çamaşır yıkamakta bulur. Annesi de oğlu geldiği için sevinmiştir. Yemekler yenir.Yemekten sonra da Keloğlan, Dev’in verdiği Nar’lardan birini çıkarıp yemek için ikiye böler. Bir de ne görsün? Dev’in verdiği Nar tanelerinin her biri meğer çok kıymetli birer mücevher değilmiymiş… Bunun değerini anlayan Keloğlan, zaman zaman bunların her birini azar azar satmış.. Ve Keloğlan öylesine zengin olmuş ki, artık ne kelliği kalmıştır, ne de çirkinliği, ne de annesinin çamaşırcılığı. Mutlu bir hayata kavuşmuşlar.

İki İnatçı Keçi

inatic-keciler

Allah’ın deli kulları pek çokmuş.
Bizden daha delisi hiç yokmuş.
Çok demesi pek günahmış.
Azdan çoktan, hoppala hoptan.
Sana bir mintan yaptırayım,
Çerden, çöpten.
İlikleri karpuz kabuğundan,
Düğmeleri turptan.
Zaman o zaman idi.
Bit bineğim, pire yedeğim idi.
Darı topuzum,
Çavdar kalkanım idi,
Bir tüfeğim var idi.
Ayran ile doldurur,
Şerbet ile ateşlerdim.
Çıkardım dağlar başına,
Broy, broy! Der gezerdim.
Yetmiş karga ayağa kalkardı,
Ağa geliyor diye.
Bre ağalar, bre beyler!
Eliften beye çıktım,
Seyirttim köye çıktım.
Çobandan kaymak yedim,
Ağadan deynek yedim.
Deyneği kuşa verdim,
Kuş bana kanat verdi.
Çaldım kanadı yere,
Uçup gittim göklere.
Baktım bir has bahçe,
İçinde sular akar.
Oturmuş çeşme başına,
İki güzel bana bakar.
Büyüğüne selam verdim,
Küçüğüne tutuldum.
Sofrasında mum olayım,
Bahçesinde gül olayım.

İki keçinin yolları kesişmiş köprünün ortasında
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

Hep inatçılıkmış meğer bu keçilerin huyu
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

Büyük keçi demiş benim çekil geçeceğim
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

Küçük keçi demiş ölsem vermem ben geçeceğim
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

Tam köprünün ortasında toslaşmışlar inatla
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

İkisi de suda bulmuş kendini inatlarında hızla çarpıp
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

Keçilerin inatçıları suya düşmüş boğulmuşlar
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

İnsanların inatçısı kim bilir ki ne olur
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; pireler berber, berberler deve iken, annem kaşıkta babam beşikte, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Fazla uzatmadan, lafı ezip bükmeden, buyurun size iki inatçı keçinin hazin sonu masalı…

Uzak diyarların birinde, küçük bir kasabada iki tane inatçı keçi varmış. Bu iki inatçı keçi birbirinden hiç ama hiç hoşlanmazmış. İkisi de birbirinin tam tersi hareketleri yaparmış. Birinin dediğini diğeri kabul etmez, diğerinin dediğini ise bir başkası hiç dinlemezmiş bile. Diğer hayvanlar bile şaşırır kalırmış bu keçilerin inatçılığına…

Keçiler otlamak için her zaman dışarı meralara çıkarmış. Bir akarsuyun başındaki yeşilliklerden otlanır, karınlarını doyururmuş. Ama ikisi de aynı ottan otlar mı hiç! Biri akarsuyun sağ tarafında otlar ise, diğer keçi karşı tarafına geçer, ikisi de birbirine hiç bakmadan karınlarını doyurur, evlerine geri dönerlermiş.

Günlerden bir gün iki inatçı keçi otlamak için yine çıkmış meraya. Akarsuyun sağ ve sol tarafındaki çimenlerden otlamak için dağılmışlar yolun yarısında. Ama bir keçinin gittiği tarafta bütün yeşillikler büyük bir yangında yanmış, kalmış kocaman bir boş arsa! Bunu gören keçi aç kalmamak için mecbur geçmek zorunda kalmış karşıya.

Diğer inatçı keçi ise kendi tarafındaki yeşilliklerden çok sıkılınca acaba karşı tarafta ne var diye bir merakla başlamış köprüye doğru koşmaya. Amacı diğer keçiye gözükmeden bir göz atmakmış karşı tarafa.

İki inatçı keçi de karşı tarafa geçmek için çıktıkları yolda köprünün ortasında karşı karşıya gelmişler. İkisi de birbirine öfke ile bakmış. Keçilerden biri başlamış söze:

Birinci keçi: ‘Çekil şuradan, ben karşı tarafa geçeceğim.’

Diğer keçi bu lafların altında kalır mı? Köprüden çekilip yolu bu keçiye bırakır mı?

İkinci Keçi: ‘Bu köprü benim hakkım. İlk ben geldim. Asıl sen çekil, ben geçeceğim.’

İki keçi de o kadar inatçıymış ki, bırakın birbirlerine yol vermeyi sözlerini bile dinlenmiyorlarmış. İki keçi de ‘ben geçeceğim, hayır ben geçeceğim’ diye inatlaşmaya devam ederken birbirlerine daha da yaklaşmışlar. Keçileri boynuzları birbirlerine değiyor, ikisi de birbirine yer vermedikçe daha da sinirleniyormuş.

İki inatçı keçi, köprünün üstünde bir sağa bir sola iteklemeye başlamışlar birbirlerini. Kafa kafaya gelmişler çoğu kez. Ancak ne biri diğerine yol vermiş, ne de diğeri vazgeçmiş bu inadından. İkisi de hala ‘ben geçeceğim o köprüden’ diye inat etmeye devam etmiş. Zavallı tahta köprü, iki inatçı keçinin birbirini ittirmesine zor dayanır hale gelmiş. Keçilerin kafalarını birbirine bastırması ve birbirini ittirmesi ile tahtadan olan köprü, bir sağa bir sola sallanmış, durmuş.

En sonunda beklenen olmuş. İkisi de birbirinden inatçı çıkan bu keçiler, birbirini o kadar sert itmeye başlamış ki artık ne köprü dayanırmış buna ne de keçilerin dengesi. İki keçinin de birbirini ittirmesi ile iplerini koparak köprü, birdenbire ortadan ikiye yıkılıvermiş. İki keçi de dengelerini kaybedip doğruca suya düşüvermiş.

Suya düştükleri anda su o kadar soğukmuş ki, iki inatçı keçinin dişleri de birbirine vurmaya başlamış. O anda birbirine bakan iki keçi, yaptıkları yanlışın farkına varmışlar. Oysaki birbirine yol verseler, ikisi de karşı tarafa geçecek; böylece suya düşüp bu soğukta suyun içinden kurtulmaya çalışmayacaktı. Keçilerden biri diğerine döndü:

Keçi:’ Biz inatlaşarak ne kadar yanlış bir şey yapmışız! Oysaki inat etmeden birbirimize yol versek, ikimiz de karşıya rahatça geçebilirdik. İnatçılık iyi bir şey değilmiş, biz bunu geç de olsa anlamış olduk, bundan sonra birbirimize karşı inat etmeyelim’ diyerek arkadaşına barış elini uzatmış. İki keçi de anlaşarak, barışarak bu işi çözmüş.}