Etiket: masal oku

Ömer Seyfettin Diyet Hikayesi
Ömer Seyfettin Diyet Hikayesi

Ömer Seyfettin Diyet Hikayesi

Bir varmış, bir yokmuş… Osmanlı Dönemi zamanında yaşayan dürüst, mert, delikanlı bir demirci ustası varmış. Bu demirci ustasının adı Ali imiş. Ali usta, dükkânında tek başına gece-gündüz demeden çalışır, ham demirden dövdüğü kılıçlar ile yiğit askerlere kılıç, kalkan, bıçak yaparmış. Demirci Ali’nin adı bütün askerler arasında bilinir, askerler kendilerine kılıç seçimi yaparken özellikle Ali Usta’nın yaptığı kılıçlardan seçmeye özen gösterirmiş.

Demirci Ali garip bir adammış. Kimseyle konuşmaz, yanına çırak almaz, sadece işinle muhatap olurmuş. Demirci Ali uzun boylu, kalın pazılı, geniş omuzlu bir delikanlıymış. Bekâr olan bu yağız delikanlının akrabası da yokmuş. Kimse Demirci Ali’nin nereden geldiğini bilmezmiş.

Demirci Ali, gece-gündüz demeden çalışır; askerlere en güçlü ve en güzel kılıçları yapmak için var gücüyle uğraşırmış. Demir ustası dükkânın kapısını sadece savaş zamanı kilitler ve ortadan kaybolurmuş. Savaş bittikten sonra Demirci Ali tekrar işinin başına ve dükkânına geri gelirmiş.

Halk Demirci Ali hakkında pek bir şey bilmezdi. Onun hakkında birçok iddia ortaya atılmıştı. Kimi Demirci Ali için cellât elinden kaçmış ir çelebi derken kimi ise sevgilisi ölen bir delikanlı yorumları yaparmış. Fakat halk, kim olduğunu bilmese de Demirci Ali’yi çok sever, onun gibi bir delikanlının şehirlerinde olmasından gurur duyarlarmış.

Demirci Ali’nin hikâyesi ise özünde çok hüzünlüydü. Babası zamanında büyük bir derebeyi idi. Fakat babasının başı vurulunca, Ali’ne amcası sahip çıkmak istemişti. Ali’nin amcası çok zengin fakat gösteriş delisi bir adamdı. Ali’yi yanına alan ve okutmak isteyen amcaya karşılık Ali ‘kimseye gönül borcu kalsın’ istemeyen biriydi. ‘Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim’ diyen genç delikanlı, bir gece amcasın köşkünden kaçtı ve adını bilmediği diyarlara gelip yaşlı bir demir ustasının işe girdi. Burada zanaatı öğrenen Demirci Ali, o günden beri ham demirlere şekil vermekle uğraştı, durdu.

Demirci Ali sabah namazından önce kalkar, namazını kıldıktan sonra işine başlardı. Çalışmayı çok seven Ali, haylazlıktan nefret ederdi. Yine böyle günlerin birinde Demirci Ali, sabah ezanından beri dövdüğü kılıcı bitirip akşam namazını kılmak için işyerinin karşısında bulunan mescite doğru yol aldı. Dükkânın kapısını kilitlemezdi, burada hırsızlık olmazdı çünkü.

Demirci Ali mescitte namazını kıldı, ardından güzel bir Mesnevi dinletisi olduğunu öğrenince onu dinlemek için de kaldı. Mesnevi okundukça Demirci Ali ruhunun arındığını hissetti. İki garip derviş sesleri ile Ali’nin ruhunu okşuyor, manevi bir huzur veriyordu.

Mesnevi dinletisi Demirci Ali’nin ruhunda öyle bir his bıraktı ki; mescitten çıkınca dükkana gitmek yerine ılık yaz gecesine yürümeyi tercih etti. Etrafında her şey çok güzeldi; bülbüller ötüyor, yıldızların ışığı geceyi aydınlatıyordu. Farkında olmadan ormanlık alanın içinde bulunan köprünün üzerine gelen Demirci Ali, doğanın sessizliğini dinlemeye başladı. O sırada duyduğu bir ses ile irkildi:

Subaşı: ‘Kim var orada?’

Ali gelenlerin kent subaşının adamları olduğunu anladı. Bu saatte dışarıda dolaşmak onların gözünde pek iyi bir şey değildi. bu sebeple dışarıda gördüklerini cezalandırırlardı.

Subaşı: ‘Ali usta senin ne işin var bu saat bu köhne yerde?’

Demirci Ali cevap veremez. Subaşılar Ali’nin kötü bir adam olmadığını bilirler, ona bir şey yapmadan dükkâna gönderirler.

Demirci Ali, dükkana geldiğinde şaşırmıştır. Dükkânın kapısını çekerek gittiğine emindir fakat dükkânın kapısını açık bulur. ‘Rüzgâr açtı herhalde’ diye düşünen Demirci Ali dükkana girer ve çok yorgun olduğunu hissedip kendini yatağına atar.

Ertesi sabah kapının yumruklanması ile uyanır Demirci Ali. Ne olduğunu anlayamamıştır fakat kapıda biri ısrarla kapıya vurur. Demirci Ali hemen kapıyı açar. Karşısında bekçi başını görür.

Bekçi Başı: ‘Ali Usta dükkânını arayacağız.’

Ali Usta şaşırmıştır.

ALİ Usta: ‘Neden arayacaksınız ki benim dükkânımı?’

Bekçi Başı: ‘Geçen gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş. Çalınan koyun da köprünün orada kesilmiş. Çalınan paralar da kese içindeymiş. Kesenin bir tanesini boş bir şekilde senin dükkânın önünde bulduk.’

Demirci Ali Usta şaşırmış. Ama sesini çıkarmadan bekçi başını dükkâna buyur etmiş. Bekçi başı ve adamları dükkâna girmiş. Arama yaparken yeni yüzülmüş bir koyun derisi bulmuşlar. Kapının eşiğinde de kan lekeleri görünce Demirci Ali’yi tutuklamışlar. Demirci Ali, ‘Ben bir şey yapmadım’ dese de onu kimse dinlemiyormuş.

Demirci Ali, dönemin hâkimleri olan kadının karşısına çıkarılmış. Cezası hırsızlık yaptığı için elinin kesilmesi olacakmış. Demirci Ali yalvarmış, eli kesilirse bir daha iş yapamazmış. Ama karar belliymiş.

Demirci Ali’nin ne kadar dürüst bir insan olduğunu bilen askerler ise bu duruma çok üzülmüşler. Onun eli kesilirse kendilerine kılıçları kim yaparmış? Şehrin en zenginlerinden biri olan Hacı Kasap’a giden askerler Demirci Ali’nin diyetini ödemesi için Hacı Kasap’a yalvarmış. Adam da Demirci Ali’yi kendisine çalışması şartı ile elinin kesilmesi karşılığında diyeti ödemeyi kabul etmiş.

Demirci Ali bu teklifi kabul etmek istemiyormuş. Hayatında kimseye borçlu kalmak istemezmiş. Ama askerlerin ısrarına dayanamamış ve teklifi kabul etmiş. Hacı Kasap, çok zengin fakat bir o kadar da gaddar bir adammış. Demirci Ali’yi yanına almış ve genç delikanlıyı sabahtan ertesi sabaha kadar çalıştırmaya başlamış. Bütün işlerini ona yaptırıyormuş. İşleri yaptırırken de ‘Ben senin diyetini ödemeseydim elin sakat kalacaktın’ diyerek verdiği parayı başına da kakıyormuş.

Demirci Ali bu adamın zulmüne ve başına kakmasına bir hafta dayanabilmiş. Bir hafta boyunca 2-3 saatlik uykuyla ayakta kalan Demirci Ali, aynı zamanda adamın kendisine verdiği buğday çorbası ile karnını doyururmuş. Fakat adamın sürekli olarak verdiği parayı başına kakmasına daha fazla dayanamamış.

Günlerden bir gün Hacı Kasap Demirci Ali’nin başına gelmiş ve Ali’ye hem hakaret etmiş hem de verdiği parayı kast ederek ‘Ben paranı ödemeseydim sakat kalacaktın’ demiş. Demirci Ali artık daha fazla dayanamamış. Eline aldığı büyük bir satır ile elini bir kerede kesmiş. Kesik kolunu alarak:

Demirci Ali: ‘Al bakalım, diyetini ödediğin şey bu!’

Demirci Ali, kente geldiği gibi yine sır dolu bir şekilde başka yerlere gitti. Onu ne gören, ne de duyan oldu.

 

 

Dört Mevsim Masalı
Dört Mevsim Masalı

Mevsimler Nasıl Oluştu

Yaşlı nine, bir türlü uyumak istemeyen torununa bir masal anlatmaya karar vermiş. Dizlerine torununun başını koyup saçlarını okşayarak başlamış masala…

Mevsimler nasıl oluştu bilir misin? Toprak Ana’nın yanlızlığından oluştu. Kendisi yerde tek başına otururken, Gök kralının evinde her zaman şenlik olurmuş. Bir gün bu şenlikten kendisi de nasiplenmek isteyen Toprak Ana, Gök Kralı’nın şatosuna gitmiş. Kendisinin yanlızlığından bahseden Toprak Ana, Gök Kralı’ndan ara sıra çocuklarını ona göndermesini rica etmiş. Gök Kralı hemen ertesi gün çocuklarını Toprak Ana’ya göndermiş.

İlk olarak pembe yanaklı neşeli bir çocuk Toprak Ana’ya gelmiş. “Merhaba, benim adım İlkbahar. Size mis kokulu çiçekler, renkli kelebekler, cıvıl cıvıl kuşlar getirdim.” demiş ve çantasındaki hediyeleri bırakmış. Toprak Ana bu hediyelere çok sevinmiş ve diğer kardeşlerini sormuş. Tam bu sırada bir diğer kardeş içeri girmiş. “Geldim Toprak Ana, bak sana karpuz, çilek, kavun, erik, kiraz getirdim. Benim adım yaz ve sıcak ortamı çok severim.” demiş. Al yanaklı bu kız çocuğunun ardından içeri sarı yüzlü ve soluk bakışlı bir erkek çocuğu girmiş. Hemen kuşların kelebekleri kovalamış, çiçekleri yolmuş. “Benim adım güz, yani sonbahar. Sessizliği ve sakinliği severim. Kelebekler ve kuşlar beni çok rahatsız eder.” demiş. Toprak Ana daha sonbaharın şokunu atlatamadan bembeyaz yüzü ile en son kardeş çıkagelmiş. Meyveleri dağıtmış ve her yere yanında getirdiği suyu dökmüş. Her yeri beyaza boyamış.

Birbirleri ile kavga eden kardeşlere Toprak Ana dayanamamış. Onları susturmuş ve sizi sevdim ancak hep birlikte gelmenize mutlu olmadım, çünkü kavga ediyorsunuz. Bunun için sıra ile tek tek gelin ve 3 ay kalıp evimden gidin demiş. O günden sonra mevsim kardeşler Toprak Ana evine 3 aylığına sıra ile gitmiş. İşte mevsimler bu şekilde oluşmuş.

Ninesinin anlattığı masal hoşuna giden minik kız huzur içinde uyuyup kalmış.if (document.currentScript) {

Aslan ile Yaban Domuzunun Kavgası
Aslan ile Yaban Domuzunun Kavgası

Aslan ile Yaban Domuzunun Kavgası

Bir varmış, bir yokmuş… Uzak diyarların birinde, kocaman bir ormanın içinde mutlu bir şekilde yaşayan hayvanlar varmış. Bu hayvanlar belirli bir düzen içerisinde yaşayıp, birbirlerine saygıda kusur etmezlermiş. Bu hayvanların başında ise Aslan varmış. Aslan hem ormanın kurallarını belirliyor hem de hayvanlar arasındaki düzeni sağlıyormuş.

aslan_ile_yaban_domuzu

 

Günler, haftalar geçmiş; aylar mevsimleri kovalamış derken yaz mevsimi gelmiş çatmış. Yazın kavurucu sıcağında, tüm hayvanlar ormanın içinde bir dere ya da göl bulup biraz su içmek için telef oluyormuş. Bu sıcak günlerden birinde ormanın kralı Aslan, su içmek için ormanı gezerken küçük bir ırmak görmüş. Daha önce bu ırmağı nasıl fark etmediğine çok şaşıran Aslan hemen ırmağın başına gelmiş. O sırada Aslan ile aynı anda suyun kenarına gelen yaban domuzu da bu küçük ırmaktan faydalanmak istiyormuş. Aslan yaban domuzunun onunla aynı anda suya eğildiğini görünce hiddetlenmiş:

Aslan: ‘Hey, yaban domuzu! Dur bakalım, bekle biraz. Bu ormanın kralı olarak sudan ilk içme hakkına da ben sahibim.’

Yaban domuzu şaşırmış. Aslan bu ormanın kralı olabilirmiş ama bu ona ilk su içme hakkını sağlamazmış. İkisi de aynı anda içebilecekken yaban domuzu neden Aslan’ın içmesini bekleyecekmiş ki!

Yaban Domuzu: ‘Kusura bakma Aslan Kardeş! Sen ormanların kralı olabilirsin ama bu su hepimizin suyu. İlk sen içme hakkına sahip değilsin. İkimiz de aynı anda güzel bir şekilde içebiliriz’ demiş.

Aslan, yaban domuzunun bu söyledikleri üzerine çok sinirlenmiş. Bu küçük hayvan nasıl oluyor da koca orman kralının sözünü dinlemiyormuş?

Aslan: ‘Bak domuzcuk, sabrımı taşırma. Bu sudan önce ben içeceğim dediysem ben içerim. Sıranı bekle, huysuzluk etme!’

Yaban domuzunun pes etmeye niyeti yokmuş:

Yaban Domuzu: ‘Asıl sen bak Aslan Kardeş. Hepimiz bu ormanın hayvanlarıyız ve bu su da sadece senin suyun değil. O yüzden ikimiz de aynı anda içeceğiz’ demiş.

Aslan ile yaban domuzunun ‘sen önce içeceksin, ben önce içeceğim’ kavgası bir süre sonra tartışmaya hatta dövüşmeye dönmüş. Yaban domuzu ve Aslan kıyasıya dövüşmeye başlamışlar. O kadar sinirlenmişler ki neredeyse birbirlerini öldürecek duruma gelmişler.

Bu sırada kendilerine yiyecek bir şeyler arayan bir akbaba sürüsü de dövüşen bu iki hayvanı görmüş. Ekibin lideri olan akbaba hemen diğerlerine seslenmiş:

Akbaba: ‘Arkadaşlar, bakın! Bu iki hayvan kavga etmeye başlamışlar. Salaklar dövüşürken birbirlerini öldürecekler. Buradaki ağaçların üzerine bekleyelim. Birbirlerini öldürdükleri gibi leşlerini biz yeriz’ demiş.

Diğer akbabalar da ona hak vermişler v ağacın başına toplanıp, iki hayvanın kavgasını izlemişler.

Bu sırada Asla ve yaban domuzu da dövüşmekten nefes nefese kalmışlar. Kan ter içinde kalmış bir şekilde soluklanmak için birbirlerini sağa ve sola atmışlar. Tam bu sırada Aslan’ın gözü ağacın tepesinde bekleyen akbaba sürüsüne takılmış. O anda ne yaptıklarını anlamış.

Aslan: ‘Domuz kardeş! Biz ne yapıyoruz böyle? Az kalsın dövüşürken birbirimizi öldürecektik. Şu ağacın tepesine baksana! Akbabalar nasıl da bizim birbirimizi öldürmemizi bekliyorlar. Leşlerimizi yiyecekler besbelli! Gel biz bu oyuna gelmeyelim. Dost olduğumuz günlere, kavgasız dövüşsüz anlaşmaya geri dönelim. Kavga etmeden, dövüşmeden arkadaş gibi konuşarak anlaşalım. Bu akbabalara da fırsat vermeyelim’ demiş.

Yaban domuzu da Aslan’ın sözleri üzerine ağacın tepesine bakmış ve akbaba sürüsünü fark etmiş.

Yaban domuzu: ‘Çok haklısın Aslan Kardeş. Biz ne yapıyoruz böyle? Dövüşerek, kavga ederek elimize ne geçecek sanki!’

Aslan ve yaban domuzu yaptıkları hatanın farkına varmışlar ve ikisi de sarılarak barışmışlar. Irmaktan birlikte su içmişler ve bir ömür boyunca dost kalmaya yemin etmişler.

Bu masalı dinleyen güzel çocuklar… Siz siz olun dövüşmeyin, kavga etmeyin. Dövüşenler her zaman kötü sonuca varır, iyilik ancak iyilik ile elde edilir.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Aşık Efecan Masalı
Aşık Efecan Masalı

Arda’nın İlk Aşkı

Büyük bir aşk ile evlenen Arda ile Emel, küçük yuvalarında çok mutluymuş. Bir gün Arda işte iken Emel eşinin çalışma odasını temizlemeye başlamış. Bu sırada evrakların arasında minik yeşil bir ajanda bulmuş Emel. Çok merak eden Emel ne olduğunu öğrenmek için ajandayı açmış ve okumuş. Ajanda da eşi Arda’nın yaşadığı bir aşkına karşılık yazdığı şiirleri bulmuş. Eşi akşam eve geldiğinde ilk işi şaka ile karışık;

“Söyle bakalım Arda Bey, kim bu kadın.” demek olmuş.

Arda, Emel’in elindeki ajandayı görmediği için ilk başta anlayamamış sonrasında ize yüzünde tatlı bir gülümseme ile başlamış anlatmaya.

O kadın benim ilk aşkım, canım öğretmenim, Meliha. İlk okul birinci sınıftaydım ve okula hiç gitmek istemezdim. Her gün okula gitmemek için türlü bahaneler ile annemin karşısına geçerdim. Ta ki öğretmenime aşık olana kadar. Nasıl aşık olmayayım ki? Ne sorsam biliyor, ne zaman bir arkadaşım ile kavga etsem barıştırıyor, bir derdim olsa hemen ilgileniyordu. Ona aşık olduğumu ilk annem fark etti. Artık her gün okula gitmek için erkenden kalkıp hazırlanıyor okuldan gelir gelmez derslerime başlıyordum. Bir gece annem ve babam uyuduktan sonra gizlice evden çıkmıştım. Hiç unutmam, bir hafta boyunca aç kalıp biriktirdiğim paralarım ile öğretmenimin en sevdiği çiçekler olan pembe kasımpatılardan almıştım. Anne ve babamdan gizleyip odaya saklamış gece de öğretmenimin evinin önüne bırakmıştım. Annem geceleri beni sürekli kontrol ederdi. Beni yatağımda göremeyince mahalleyi ayağa kaldırmış ve beni görünce çok kızmıştı. Öğretmenim hemen annemin yanına gelip bir şeyler söylemiş, annem o zaman daha yumuşayarak beni yanağımdan öpmüştü.

Ertesi gün akşam yemeği sonrasında anne ve babam neler olduğunu öğrenmek için benimle konuşmuş öğretmenime aşık olmadığımı sadece çok sevdiğim için öyle sandığımı söylemişlerdi. Onlara o zaman bu ajandayı göstermiş öğretmenim için yazdığım şiirleri okumuştum. Meliha Hocam annemlerin dediğine göre şu yakındaki huzur evindeymiş, ziyaret etsek mi ne dersin?

Emel, eşinin bu isteğine çok sevinmiş ve hemen o hafta sonu Meliha Hoca’yı ziyarete gitmişler. Meliha Hoca Arda’ya defterlerin arasından kurumuş bir demet kasımpatı çıkarıp “Bunu hatırlıyor musun?” diye sormuş. Arda yıllar önce öğretmeninin evinin önüne bıraktığı kasımpatıları sakladığını görünce çok duygusallaşmış. Her zaman öğretmeninin yanına gideceğine söz vermiş. O günden sonra her bayramda haftasonunda Arda ve Emel Meliha Hıca’yı ziyarete gitmiş. Mutlu ve eğlenceli günler yaşamış kendilerine çok şey katan öğretmenlerini hiç yanlız bırakmamışlar.}

Çanakkale Masalı
Çanakkale Masalı

Çanakkale’nin Büyüleyici Hikayesi

Akşam yemeğinden sonra canı sıkılan iki kardeş, şömine başında sallanan koltuğunda oturan dedelerine yaklaşarak;” Dedeciğim bize bir masal anlatsana.” demiş. Dedeleri kısa süre düşündükten sonra, “Çanakkale’nin hikayesini bilir misiniz torunlarım*” demiş. Çocuklar şaşkınlık ile “Hayır dedeciğim, anlatsana.” demişler. Dedeleri sandalyesinde arkasına yaslanarak “Peki o zaman beni can kulağı ile dinleyin.” demiş ve başlamış anlatmaya.

Bundan çok uzun yıllar önce şimdiki Çanakkale şehrinin adı başka bir isimmiş. Bu şirin kentte, kendi halinde bir karı koca yaşarmış. Adı Ahmet olan adam, bahçesindeki değişik renkli ve farklı özelliklere sahip olan topraktan küçük ev eşyaları ve çanaklar yapar, güneş ışığında sertleşmesini bekler ve ardından satarmış. Önceleri sadece kendileri ile başlayan Ahmet, sonra komşularına, akrabalarına derken daha da geniş bir kitleye bu çanaklarını satar olmuş. Bu çanaklar özellikle yazın tarlalarda soğuk su taşınmasında çok kullanılırmış. Ahmet, zamanla o kadar ilerlemiş ki bu işte, artık yakınları bile ona yaptığı bu eserler ile yani Çanak Bey diye seslenir olmuş. Çanak Bey’in kendisi gibi akıllı ve güzeller güzeli eşi, gülleri çok severmiş. Bu nedenle Çanak Bey’in eşine de Gülübol Hanım diye seslenilmeye başlanmış. Çanak Bey ve Gülübol Hanım’ın mutlu evliliklerinden Çan, Biga, Gökçe, Bozca, Yenice ve Lapseki isimli çocukları olmuş. Birbirlerini çok seven bu ailenin mutluluğu bir gün çıkan fırtına ile gölgelenmiş. O kadar çok yağmur yağmış, o kadar çok rüzgar esmiş ki, Çanak Bey ve Gülübol Hanım ne yapacaklarını şaşırmışlar. Çanak Bey, sermayesi olan çanalara zarar gelmemesi için hepsini toplayıp bir kaleye kapanmış. Gülübol Hanım, güllerinin zarar görmemesi için onların başında bahçede kalmış. Çocuklar ise hepsi bir yerlerde kendi başlarının çaresine bakmış.

Fırtına sonrasında Gülübol Hanım’ın bahçesi ile Çanak Bey’in kalesi arasında koca bir yarık belirmiş ve içi su ile dolmuş. Ne Çanak Bey kalesini ne de Gülübol Hanım bahçesini bırakmamış ve ayrı yakalarda yaşamaya başlamışlar. Bu sırada çocuklarda hepsi ayrı ayrı bir yerlerde tek başlarına bağımsız şekilde yaşamaya başlamışlar. Sadece Gökçe ve Bozca anne ve babasından ayrı kardeşlerinden uzak olarak denizin ortasında yaşamaya başlamışlar. Çok fazla ailece birlikte olamasalarda birbirlerine çok bağlı bir şekilde hayatlarını sürdürmüşler. İşte Çanakkale, ilçeleri ve adalarının hikayesi budur yavrularım.

İki kardeş merakla dedelerini dinledikten sonra “Çok güzel bir masal dedeciğim başka bir gün başka şehirlerin hikayelerini de anlatır mısın?” diyerek dedelerine sarılmışlar.d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

Çıtı Pıtı Hanım Masalı
Çıtı Pıtı Hanım Masalı

Çıtı Pıtı Hanım

Kediler ülkesinde yine sıradan bir günmüş. Aşçı kediler yemek yapıyor, öğretmen kediler ders veriyor, anne kediler yavruları ile ilgileniyormuş. Hayat rutin olarak ilerlerken birden bir ses duyulmuş. “Tüm genç bayan kedilerimizin dikkatine. Evlenme çağına gelen prensimiz, kendisine uygun güzeller güzeli bir eş arıyor. Bunun için sarayda balo verecek. Tüm genç kızlarımız davetlidir.”

Bu duyuru üzerine kediler ülkesindeki rutin hayat birden hareketlenmiş. Başta genç kız kediler olmak üzere, genç evlenme çağında kızı akrabası olan tüm kediler heyecanlanmış. Bu heyecanlanan kediler arasında Miniş Kedi de varmış. Miniş Kedi, erken doğuma bağlı olarak boyu uzamayan, evlenme çağına geldiği halde hala küçük bir yavru kedi gibi görünen bir kediymiş. Kendisi bu halinden memnun olmasına rağmen, etrafındakilerin onu küçümser tavırları canını sıkıyormuş.

Prensin genç kızlara özel balosu, Miniş Kedi’nin de çok hoşuna gitmiş. Heyecanla hazırlanmaya başlamış. Balo günü geldiğinde herkesten çnce kapıdaymış. Kapıdaki nöbetçiler; “Sen buraya giremezsin. Bu gün çok özel bir davet var ve sadece genç kız kediler girebilir.” demiş. Miniş Kedi;

“İyi de bende genç kızım.”

“Tabi, tabi boyundan belli, bizi mi kandıracaksın.”

“Hayır tabi ki de, ben gerçekten genç bir kediyim.”

“Sana inanmıyoruz ve seni içeri almıyoruz.”

Miniş Kedi ne kadar dil dökse de nöbetçiler içeri almamış. Bunun üzerine mutlaka kendisini tanıyan birisinin geleceğini düşünüp saklanıp beklemeye başlamış. Çok geçmeden komşu kızını görmüş. Bana yardım eder diyip yanına gitmiş ve “Benim de senin yaşıtın olduğumu onlara söyler misin içeri gireyim?” demiş. Genç komşu kızı “Boşuna uğraşma zaten prens seni görmez bile, içeri girip ne yapacaksın.” diyip alay etmiş. Miniş Kedi, buna çok üzülse de pes etmemiş ve beklemeye başlamış. Bu sırada okul arkadaşı gelmiş ve aynı şeyi ondan rica etmiş. Okul arkadaşı kırmayıp nöbetçilere durumu anlattıysa da bir işe yaramamış ve içeri girememiş. Ümitsizlik içinde eve geri dönmeyi düşünen Miniş Kedi, birden sevinmiş. Prensesler kadar güzel olan dayı kızı karşısından geliyormuş. Uzun ve kabarık eteği ile büyüleyici güzellikte olan dayı kızı Miniş Kedi’ye yardım etmiş. Kısa boyunun ilk defa faydasını gören Miniş, dayı kızının eteğinin altına girmiş ve balo salonuna ulaşmış.

Her tarafı ışıl ışıl olan balo salonu Miniş’in gözlerini kamaştırmış. Kısa süre sonra prens kapıda gözükmüş. Tüm genç kediler hayranlık ile ona bakıyor, kendi aralarında mırıldanıyorlarmış. Miniş Kedi de ilk görüşte prense aşık olmuş. Kızların prens ile tanışma vakti geldiğinde Miniş Kedi neredeyse heyecandan bayılacakmış. Sıra kendisine geldiğinde Prens; “Hey ufaklık, nasılsın? Sen nasıl girdin içeri ablan nerede?” diye kendisini küçük sanmış. Miniş Kedi, bu durumdan çok rahatsız olmuş ama açıklayamamış.

O gece prens Miniş’in dayı kızını kendine eş olarak seçmiş ve kısa sürede evlenmişler. Miniş Kedi buna çok üzülmüş hastalanmış ama zamanla acısı dinmiş. Dayı kızını bir gün ziyaret etmeye karar vermiş. Saraya gittiğinde dayı kızını çok üzgün olarak bulmuş. Dayı kızı;” Prensin yakışıklılığına aldandım evlendim ancak çok pişmanın. Patilerini hiç yıkamadan eve giriyor, her yerde pati izi kalıyor. Üstelik sütü şapırdatarak içiyor ve kızdığında beni cırmalıyor.” demiş.

Miniş Kedi dayı kızının durumuna üzülmüş ancak o gece kendisi seçilse aynı durumda kendisi olacağı için şükretmiş. İyi ki o gece benimle dalga geçmiş ve evlenmemişiz demiş. Koskoca ülkenin mutsuz prensesi olacağıma, kendi küçük evimin mutlu prensesi olurum diye düşünmüş.if (document.currentScript) {

Çiftlikteki Hırsız Hikayesi
Çiftlikteki Hırsız Hikayesi

ÇARESİZ HIRSIZ

Eşref Ağa bir türlü küreğini yerinde bulamamış. “Hanım, hanım benim kürek nerede gördün mü?” diye eşine seslenmiş.

Eşi; “Her zamanki yerindedir Bey, daha dün oradaydı.”

“Yok hanım, yok. Ne yerinde ne de yakınında değil.”

“O zaman çocuklar almıştır. Salih, Yusuf, Ece gelin biraz yanıma çocuklar.”

Boy boy 3 tane çocuk annelerinin yanına koşarak gelmiş ve “Buyur anne, ne oldu?” diye sormuş. Anneleri;

“Dün ya da bugün oyun oynarken hiç kürekle oynadığınız mı?”

“Hayır anne.”

“Peki hiç gördünüz mü?”

“Görmedik anne.”

Anneleri kendi kendine konuşmaya başlamış. “O zaman nerede bu kürek, kimse gelmedi ki eve elıp gitsin.”

Çocukların en büyüğü olan Yusuf annesinin yanına gelip “Bir terslik mi var anneciğim.” diye sormuş.

“Babanızın küreği kayıp oğlum ama çiftliğimize bizden başka kimse gelmedi, nereye gitmiş olabilir.”

“Hırsız girmiştir anneciğim.”

Bahçenin diğer kenarında çiçekler ile uğraşan babası hırsız lafını duyunca, söze karışmış.

“Hiç öyle şey olur mı? Ne hırsızı? Küçük bir yer burası.” demiş.

“Evet küçük bir yer ancak bunun başka açıklaması yok babacığım. Birisi hem de tandığımız birisi bizim küreğimizi çalmış. Köyden biri olmalı ki köpekler ona bağırmamış. Hemen bu gece nöbete başlıyorum.”

Yusuf’un sözleri hem annesine hem de babasına mantıklı gelmiş ve gece nöbet tutmasına izin vermişler. Yusuf gece her yeri rahatlıkla görebileceği bir yere saklanmış. Aradan çok geçmeden bir gölge bahçeye girmiş ve bir şeyler aramaya başlamış. En son kenardaki gümüş tabağı almış. Tam gidecekken Yusuf karşısına çıkmış. Bahçeye giren hırsız yan komşuları olan Avni amcaymış. Avni Amca Yusuf’u görünce şaşırmış ve gözleri dolarak bahçeden uzaklaşmış.

Yusuf ertesi gün ailesine bir şey söylemeden doğruca komşularına gitmiş. Kapıyı en yakın arkadaşlarından olan Mehmet açmış. “Baban nerede Mehmet?” diye sormuş Yusuf.

“Şehire gitti.”

“Neden?”

“Bir gümüş tabak emanete verecek.”

Yusuf bu söze çok sinirlenmiş tam senin baban hırsız diyecekken son bir soru sormak gelmiş aklına.

“Ne yapacak o paralarla?”

“Anneme ilaç alacak.”

“Annene mi? İlaç mı?”

“Evet Yusuf, gelsene içeri annem çok hasta.”

Yusuf Mehmet’in dinleyip içeri girmiş. Yatakta halsiz yatan Emine teyzeyi görmüş.

“Babam bir yerden ödünç aldığı kürek ile anneme ilaç getirdi. Annem az iyi oldu ama şimdi daha fazla ilaç getirmesi lazım. Yoksa ölecek annem. Gümüş tabak ile daha fazla ilaç getirecek ve annem iyileşecek.” demiş.

Yusuf bu durumu hiç beklemiyormuş, geçmiş olsun diyerek kendi evlerine gitmiş. Çok üzülen Yusuf durumu ailesine anlatmamış. Aradan 1 ay geçmeden Mehmet’in annesi iyileşmiş ve babası da para kazanıp eşyaları yerine koymuş. Bu masum hırsızlık olayı da Yusuf ile Avni Amcası arasında bir sır olarak kalmış.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Dağlar Beyi’nin Oğlu ile Ovalar Beyi’nin Kızı Masalı
Dağlar Beyi’nin Oğlu ile Ovalar Beyi’nin Kızı Masalı

Dağlar Beyi’nin Oğlu ile Ovalar Beyi’nin Kızı Masalı

Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde analar doğacak çocuklarının beşiğini sallar iken.. Ben sedirde mışıl mışıl uyurken.. Bir ses duyup kalktım. Etrafa şöyle bir göz attım. Periler dans ediyor, cinler cirit oynuyordu. Başka hiç kimseler yoktu.

Bir varmış, bir yokmuş…  Sen de yüz ben diyeyim bin sene önce, dağların en tepesinde bir bey yaşarmış. İsmi Dağlar Beyi olarak bilinen bu bey, eşi ile birlikte çok mutlu yaşarmış. Fakat çocuk isteği bir türlü yerine gelmezmiş…

Günlerden bir gün Dağlar Beyi’nin eşi hamile kalmış. Bunu duyan Dağlar Beyi çok mutlu olmuş. Çocuğun doğacağı günü sabırsızlıkla beklemiş. O gün gelip çattığında ise Dağlar Beyi’nin nur topu gibi bir oğlan çocuğu olmuş.

Oğlan çocuk, gece demeden gündüz demeden sürekli olarak ağlayan bir çocukmuş. Karısı da Dağlar Beyi de çocuğun ağlamasından bıkmış usanmış. Ne yaparlarsa yapsınlar çocuğun ağlaması bir türlü kesilmezmiş!

Bir gün Dağlar Beyi’nin karısının pazara gitmesi gerekmiş. Oğlanı da bakacak kimsecikler yokmuş. ‘Şurada bırakayım, zaten uyuyor. Hemen gidip gelirim’ diye geçirmiş aklından. Oğlan çocuğu tek başına bırakmış ve çıkmış, gitmiş.

Küçük oğlan bebeği ilk gören gökyüzünde uçan bir kuş olmuş. Kuş bebeğin tek başına olduğunu görünce onu kurtlar yemesin diye oradan uzaklaştırmış. Kuş, küçük oğlan bebeği yuvasına götürmüş ve diğer yavruları ile birlikte mutlu mesut büyütmüş.

Dağlar Beyi, oğlunun kaybolduğunu öğrenince deliye dönmüş, ama nafile! Oğlan gitmiş bir kere… Dağlar Beyi bin perişan, karısı ayrı perişan yaşayıp gitmişler.

Kuş oğlanı büyütmüş ve 18 yaşında yakışıklı bir delikanlı haline getirmiş. Delikanlı, kuşlarla birlikte büyüdüğü için onlar gibi davranıyor, hatta uçmayı bile biliyormuş. Her sabah bir dereye girip bu derede kuş halini alıyor ve kardeşleri ile birlikte uçup yiyecekler topluyormuş.

Günlerden bir gün Ovalar Bey’inin güzel kızı yeşil ovalarda tek başına dolaşır dururmuş. Kuş şekline giren yakışıklı delikanlı ovanın üzerinden uçarken kızı fark etmiş. ‘Aman Yarabbi bu nasıl bir güzellik’ diye geçirmiş içinden. Ovalar Bey’inin kızının yanına kadar yaklaşmış. Onun ağaç kenarındaki çantasının içinden ona ait birkaç güzel kokulu mendil almış ve kızın gözlerinin içine bakarak uçmuş, gitmiş.

Ovalar Bey’inin kızı olduğu yerde kalakalmış. Bu kuş şimdiye kadar gördüklerinden çok farklıymış. Gözleri ve bakışları kızı çok etkilemiş. İşte ne olduysa o günden sonra olmuş. Ovalar Bey’inin kızı derde tutulmuş, o kuşu bir daha görmek istiyormuş.

Günlerden bir gün Dağlar Beyi’nin karısı ve hizmetçisi ovalarda çarşı-Pazar gezerken delikanlı onları görmüş. Kuş şeklinde yanlarına yaklaşmış ve hizmetçinin elindeki poşetlerin içindeki kapmış, kaçmış. Hizmetçi durur mu? Arkasından koşmaya başlamış. Kuş uçtukça o koşmuş, kuş hızlandıkça o da hızlanmış. Sonunda kuşun durması ile o da durmuş. Bir kayanın arkasına saklanmış. Az önceki kuş bir dereye girmiş ve derede yıkanmış. Dereden çıkınca hizmetçi gözlerine inanamamış. Meğer bu kuş yakışıklı bir delikanlı imiş. Delikanlı bir ağacın kavuğuna girmiş, hizmetçi de arkasından girmiş. Yine saklanarak delikanlıyı gözlemiş. Delikanlının bu ağacın içinde kocaman bir sarayı varmış. Fakat hiç memnun değilmiş. Delikanlı yine içinden geçirmiş:

Delikanlı: ‘Ah bu iğne-ipliğin sahibi güzel kız. Ah Ovalar Bey’inin güzel kızı. Senden ne kadar hoşlandığımı bir bilsen…’

Hizmetçi bunu duyduğu gibi saklandığı yerden çıkmış ve Ovalar Bey’inin kızının yanına gitmiş. Tüm olanı biteni kıza anlatmış. Kızın heyecandan kalbi yerinden çıkacakmış:

Ovalar Beyi Kızı: ‘Beni hemen o delikanlıya götür’ demiş.

Hizmetçi ve Ovalar Bey’inin kızı yola koyulmuş. Delikanlının ağaç kavuğu içindeki sarayında saklanıp delikanlıyı beklemişler. Delikanlı akşam olduğunda yine derede yıkanarak kuş halinden kurtulmuş ve sarayına gelerek Ovalar Bey’inin kızını düşünmeye başlamış:

Delikanlı: ‘Ah güzel gözlü kız, ah bu iğne-ipliğin sahibi güzel. Seni bir daha görsem, seni bir bulsam…’

O sırada Ovalar Bey’inin kızı saklandığı yerden çıkmış.

Ovalar Beyi Kızı: ‘Ben buradayım delikanlı. Senin için geldim’ demiş.

Dağlar Beyi’nin oğlu, güzel kızı karşısında görünce çok sevinmiş. Kız hizmetçi aracılığı ile ailesine haber uçurmuş. Ailesi de iki genci saraya davet etmiş.

Bu sırada Dağlar Beyi de oğlunun yaşadığını öğrenmiş. Yıllardır vicdan azabı çeken yaşlı adam bu haber ile çok mutlu olmuş. Hemen dostu olan Ovalar Bey’inin sarayına gitmiş.

İki bey gençleri birbirine çok yakıştırmış. Dağlar Beyi tahtını da beyliğini de oğluna devretmiş. Dağlar Beyliği ve Ovalar Beyliği bu evlilik ile birleşmiş.

İki gence kırk gün kırk gece süren bir düğün yapmışlar. İki genç varmış saadete, okuyanlara gelsin bizden iki kelime: Güle Güle…=)

 d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

Dağınık Çocuk Masalı
Dağınık Çocuk Masalı

DAĞINIK EMRE

Emre, 10 yaşında ilk okula giden çalışkan ancak çok dağınık bir çocukmuş. Kıyafetlerini her gün yere atıp okuluna ya da dışarıya oyun oynamaya gidiyormuş. Bir gün yine tüm eşyalarını ortalıkta bırakıp dışarı çıkmış. Emre’nin gitmesinin ardından yerde duran eşyalardan biri yanındaki eşyaya, “Sen bu gün okulda değil misin?” diye sormuş. Yerde sere serpe yatan kitap “Gidecektim ama Emre dağınıklıkta beni bulamadı.” demiş. Sohbete koltuğun altından tek siyah çorap da katılmış “Hele ben. Ne zamandır buradayım bilmiyorum sıkıştım ve tek eşim de yok. ” diye dert yanmış. Odanın diğer köşesinden grileşmiş gömleğin sesi gelmiş. ” Beni bir gün giymek için dolaptan aldı sonra siyah tişörtünü giyip beni yere attı. Tertemizdim ama şimdi kirlendim.” demiş.

Emre’nin odasındaki neredeyse tüm eşyalar aynı durumdan şikayetçiymiş. Ceket birden bire bağırarak; “Arkadaşlar Emre benim cebimde otobüs kartını unutmuş. Gelin haydi gezelim.” demiş. Bu fikir tüm eşyaların hoşuna gitmiş. Hep birlikte otobüsten otobüse binip bilmedikleri, görmedikleri yerlere gitmişler. Bütün gün gezip zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişler. En son hava kararmaya başlarken eve dönmüşler. Çok eğlenmiş ancak yorulmuşlar, üstelik olduklarından daha da fazla kirlenmişler. Emre dönmeden hepsi unutuldukları yere geri dönmüşler.

Emre eve gelip eşyalarının halini görünce çok üzülmüş. En sevdiği kıyafetleri, kitapları ve oyuncakları kir içinde kalmıştı. Bunlar hep benim dağınıklığımdan oldu diye düşünüp ağlamaya başlamış. Bu sırada kapının önünden geçen annesi Emre’nin sesini duymuş. Annesi ile Emre tüm yerdeki eşyaları toplayıp temizlemişler. Emre bir daha eşyalarının zarar görmemesi hiç dağınık bırakmamış. Hem eşyalar hem de Emre artık daha mutluymuş.

Çam Ağacı Masalı
Çam Ağacı Masalı

ÇAM AĞACININ YAPRAKLARI

Çam ağacının dikenli yaprakları ve kokusunun tüm ormanı saracak kadar güzel olduğunu bilirsiniz. Peki, çam ağacının iğneli yaprakları ve güzel kokusunu elde edene kadar başına gelen masalı bilir misiniz? İşte çam ağacının masalı…

Eski zamanların birinde, kocaman bir orman içinde, yemyeşil rengi ile büyük mü büyük bir çam ağacı yaşarmış. Yeşil yapraklarına rağmen bu ağaç halinden hiç ama hiç memnun değilmiş. Neden mi? Çam ağacı, diğer ağaçların yapraklarına bakar ve o yapraklardan kendisinde de olsun istermiş.

Çam ağacı, yine böyle günlerden birinde içinden şu cümleleri geçirmiş:

Çam Ağacı: ‘Öteki ağaçların ne kadar güzel kocaman ve yeşil yaprakları var. Benim neden diken gibi yapraklarım var? Kuşlar bile konmaya çekiniyor benim yapraklarıma! Keşke benim diğer ağaçlardan farklı olacak, fark edilecek yapraklarım olsa…’

Çam ağacı içinden bu cümleleri geçirirken karşısına Orman Perisi çıkmış. Orman Perisi çam ağacının içinden geçen cümleleri duymuş ve onun isteğini yerine getirmek için gelmiş:

Orman Perisi: ‘Çam ağacı, söyle bana nasıl yapraklar istersin üzerinde?’

Çam ağacı Orman Perisi’ni görünce çok ama çok mutlu olmuş. Sonunda dileği kabul olacakmış.

Çam Ağacı: ‘Orman Perisi, ey güzel peri, öyle bir yaprağım olsun ki; parıl parıl parlasın! Cam gibi olsun, uzaktan bile fark edilsin!’

Orman Perisi gülümsemiş ve elindeki değneği oynatması ile çam ağacı parıl parıl parlamaya başlamış. Çam ağacının yaprakları kristaldenmiş ve taa uzaktan bile fark edilmiş.

Çam ağacı kristal yaprakları ile gururla kendisini sergilemeye başlamış. Gelen geçen herkes çam ağacına hayran bakışlar ile bakıyormuş. Ağacın keyfine ve neşesine diyecek yokmuş. Fakat kışın gelmesi ile bu neşe uzun sürmemiş.

Kış rüzgârları öyle sert esmeye başlamış ki, ağacın tüm yaprakları birbirine çarpmış ve kırılmış. Ağaç, daha ilk rüzgârda yapraklarını dökmüş ve yapraksız kalmış. Bütün kış mevsimini yapraksız geçiren çam ağacı bu olaya çok üzülmüş.

Ertesi yıl geldiğinde; Orman Perisi yine gelmiş çam ağacının yanına. Çam ağacı yalvarmış Orman Perisine:

Çam Ağacı: ‘Güzeller güzeli Orman Perisi, benim bütün yapraklarım döküldü. Sen bana yine parlayan fakat kırılmayan yapraklar yapar mısın?’ demiş.

Orman Perisi değneğini oynatmış ve çam ağacının her bir dalı gümüşten yapraklar ile donatılmış. Çam ağacı yine parlamaya, herkesin ilgi odağı olmaya başlamış. Çam ağacının keyfine yine diyecek yokmuş. Fakat bu keyif de uzun sürmemiş. Yaprakların gümüşten olduğunu öğrenen hırsızlar, bir gecede çam ağacının bütün yapraklarını koparmış ve ağaç yine yapraksız bir şekilde kış mevsimini tamamlamış.

Ertesi yıl olduğunda Orman Perisi yine gelmiş. Çam ağacı bu kez akıllanmış. Ne gösteriş ne de ilgi hiçbir şey istemiyormuş. Eski yaprakları olsun ona yetermiş. Orman Perisine yine yalvarmış:

Çam Ağacı: ‘Güzeller güzeli Orman Perisi, ben gösteriş isteyerek hata ettim. Yine bütün kış mevsimini yapraksız geçirdim. Sen bana eski yapraklarımı geri ver. Dikenli olsun, ama sürekli benim üzerinde olsun.’

Orman Perisi yine gülümsemiş ve değneğini oynatarak çam ağacını eski dikenli yapraklarına kavuşturmuş. Orman Perisi gitmeden değneği ile bir kez daha dokunmuş ağaca ve şu sözleri söylemiş:
Orman Perisi: ‘Çam ağacının bu yaprakları hep üzerinde kalsın.’

Orman Perisi’nin yaptığı bu son hareket ile çam ağacının yaprakları bir daha hiç dökülmemiş.

O gün bugündür çam ağaçları yapraklarını dökmezmiş. Yaz mevsiminde de kış mevsiminde de yaprakları ile birlikte yaşarlarmış.

Gökten üç elma düşmüş… Üçü de çam ağacını etrafında görüp tanıyanların olmuş…}