Etiket: masalcı

Anne Güvercin Masalı
Anne Güvercin Masalı

Batuhan, arkadaşları tarafından sevilen, okulunda başarılı bir çocuktu. Arkadaşları, öğretmenleri, annesi ve babası onu çok severdi. Terbiyeli davranışları ile herkesin sevgisini kazanan Batuhan’ın ne yazık ki kötü bir huyu varmış. Okuldan gelir gelmez yemeğini yiyip ödevini bitiren Batuhan, kendi yaptığı sapanını alıp kuş vurmaya gidermiş. En yakın arkadaşları, anne, babası ve öğretmenleri Batuhan’ bu konuda çok uyarsa da bir türlü bu huyundan vazgeçmemiş.

Bir gün yakınlardaki ağaçların üzerinde duran kuşları vurmak için evden çıkmış. Tüm ağaçlardaki kuşlar, çocuğu görür görmez kaçışmaya başlamış. En köşedeki ağacın üzerinde yavrusu ile dinlenen anne güvercin çocuğu görmemiş ve çocuğun sapanı il yaralanmış. Yavrusu ise daha çok küçük olduğu için daldan düşüp ölmüş. Anne güvercin, kendisini yaralayan ve yavrusunu öldüren Batuhan’ı hiç unutmamış. Her gün aynı ağaca gidip hem yavrusunu düşünüyor hem de Batuhan’ı takip ediyormuş.

Batuhan yine bir gün okuldan gelip kuş avına çıkmıştı ki bir kanat sesi duydu. Üzerine doğru gelen anne güvercinden kaçmaya çalışırken yere düşen Batuhan yaralanmış. Anne güvercin ikinci hamlesinde daha sert davranmış ve Batuhan’ı daha fazla yaralamış. Batuhan kendisine saldıran güvercinin yavrusunu öldürdüğü güvercin olduğunu anlamış ve bu ona iyi bir ders olmuş. Kendi kendine bir daha asla kuş vurmayacağına söz vermiş. Verdiği sözde duran Batuhan, o günden sonra kuşlara her zamankinden daha iyi davranıp iyilikleri için çalışmış.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Beni Çine Gönder Masalı
Beni Çine Gönder Masalı

Bir gün Hazreti Süleyman Aleyhisselam ve bir arkaşı oturmuş muhabbet ediyorlamış. Bu sırada ölüm meleği çıkagelmiş. Önce Hazreti Süleyman Aleyhisselam’a selam veren melek ardından yanındaki kişiye şaşkın şaşkın bakmış. Bir süre daha baktıktan sonra dışarı çıkıp gitmiş. Ölüm meleğinin gidişinin ardından kişi Hazreti Süleyman Aleyhisselam’a; “O kimdi?” diye sormuş. Hazreti Süleyman Aleyhisselam, “O ölüm meleğiydi.” demiş.

Kişi bunu duyunca çok korkmuş yalvararak “Ne olur beni balka bir yere, uzak bir yere gönder. Ben ondan çok korktum sanki benim canımı alacaktı.” demiş. Hazreti Süleyman kimseyi kırmayan bir yapıya sahipti bu nedenle yanındaki kişinin isteğini yerine getirerek rüzgarların yardımı ile Çin’e gitmesini sağlamış.

Kısa süre sonra lüm meleği tekrar gelmiş. Hazreti Süleyman Aleyhisselam; “Nerelere kayboldun ve neden öyle baktın misafirime çok korktu.” demiş. Ölüm meleği;

“Çin’e kadar gidip geldim.” demiş ve eklemiş. “Misafirinize öyle baktım çünkü bana onun canını Çin’de almam emredildi, ancak Kudüs’te sizin yanınızda görünce çok şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim ama sizden Çin’e göndermenizi istedi kendisini ve bende Çin’de meredildiği gibi canın aldım.” demiş.

Bu masaldan da anlaşılacağı gibi olacakların önüne geçilmez ve insanın başına bir şey gelecekse nerede olursa olsun onu bulur.} else {

Altın Kirpikli Çocuk Masalı
Altın Kirpikli Çocuk Masalı

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal, keçiler berber, pireler de bakkal iken, ben annemle babamın beşiklerini tıngır mıngır sallarken… Annem kaptı maşayı, babam kaptı dolmayı… Kaç kaçmaz mısın? Sen olsan kaçmaz mısın? Gittim gittim… Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim… Konarak göçerek; arpa, buğday, lale, sümbül biçerek altı ay bir güz gittim. Bir de arkama baktım ki, ne göreyim? Bir iğne boyu yol gitmişim. Oracıkta üç dükkân gördüm. İkisi harap, birinin kepengi yok. Kepengi olmayan dükkâna girdim. Orada üç silah gördüm. İkisi kırık, birinin barutu yok. Barutu olmayanı aldım, ava çıktım. Dolaştım, dolaştım üç tavşan buldum. İkisi ölü, birinin canı yok. Cansız tavşanı vurdum. Gittim gittim gittim… Önüme üç dere çıktı. İkisi kurumuş, birinin suyu yok. Suyu olmayan derede tavşanı yıkadım. Orada üç tencere buldum. İkisi delik, birinin dibi yok. Dipsiz tencereye tavşanı koydum. Pişirdim pişirdim… Dittim dittim… Yedim yedim… Karnım doydu doydu… Ama hâlâ dudaklarımın yaptıklarımdan haberi yok…

Uzak mı uzak diyarların birinde, küçük bir ülkede yaşayan güzeller güzeli bir kız varmış. Bu kızın annesi öyle bir anneymiş ki, güzeller güzeli kızını kimselere göstermezmiş. Kızı evden çıkarmadan büyütmüş, kız kimseleri tanımadan etmeden yetişkin bir genç kız olmuş.

Gel zaman git zaman kızın annesi kıza bir şeyler öğretmesi için hoca tutmaya karar vermiş. Bilge bir hocayı ikna etmiş, hoca eve gelip gidip genç kıza dersler vermeye başlamış. Genç kız böylece hem çok güzel hem de çok bilgili bir kız olarak yetişiyormuş.

Günlerden bir gün, hava çok güzel, güneş de her yeri ısıtıyormuş. Hoca yine güzel kıza ders vermek için eve gelmiş. Hoca ve güzel kız ders yaparken pencerenin kenarından güzel bir ışık içeriye süzülmüş. Genç kız bu ışığı fark edince büyülenmiş kalmış. Hemen hocasına dönmüş:

Genç Kız: ‘Hocam, bu içeriye giren ışık nedir?’

Hoca: ‘Güzel kızım, akıllı kızım, bu ışık güneş ışığıdır.’

Kız adeta büyülenmiş gibi bakar güneş ışığına. Bu sırada aklına gelen bütün soruları da hocasına sormaya devam etmiş. Hocası hem cevap veriyor, hem de kızın haline acıyormuş. Dışarıdaki güzelliklerden bir haber büyüyen bir kızmış.

Günlerden bir gün hoca eve geldiğinde kıza bir sürpriz yapmaya karar vermiş:

Hoca: ‘Güzel kızım, annenden bal mumu ister misin? Sana bir sürprizim var.’

Güzel kız hemen annesinin yanına gidip bal mumu istemiş. Odaya gelip hocasına vermiş. Hoca bütün gün boyunca uğraşmış, durmuş. Fakat sonunda güzel bir balmumu adam heykeli yapmış. Genç kız hocasının yaptığı bu heykele hayran olmuş. Hocası balmumu heykele bir de altın kirpik takınca, ortaya tam bir sanat eseri çıkmış.

Kız heykeli o kadar beğenmiş ki, adeta onunla yatmış, onunla kalkmış. Günlerce, gecelerce heykelin gerçek olması için Allah’a yalvarmış, durmuş. Sonunda kızın duaları kabul olmuş ve heykele can gelmiş. O günden itibaren kız ve altın kirpikli oğlan birlikte gezmeye, dolaşmaya başlamış.

Uzak diyarlarda bulunan bu küçük ülkeye bir kervan gelmiş. Kervandaki kadınlardan biri bohçasında bir sürü kap-kaçak çıkarmış satmak için. Altın kirpikli oğlan ile güzeller güzeli kız da bu kadından bir şeyler bakmak için pazara gelmiş. Kadın oğlanı görünce adeta hayran kalmış oğlana, bir de kirpiklerinin altın olduğunu fark edince oğlanı kaçırıvermiş.

Genç kız oğlanın ardından onu bulmak için günleri geceler bağlamış. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Derken başka bir ülkeye gelmiş. Bu ülkenin kralının güzeller güzeli bir kızı varmış. Ama kız delinin tekiymiş. Kendi odasına gelen bütün kızları öldürüyormuş. Genç kız bu hikâyeyi ahaliden duyunca kendisini koruması gerektiğini anlamış

Güzeller güzeli genç kız, günlerden bir gün kuyunun önünde su içerken yaşlı bir ihtiyarın kazan içine bir şeyler kaynattığını görmüş. Adamın yanına usulca yaklaşmış:

Genç Kız: ‘İhtiyar, ne kaynatıyorsun sen o kazanda?’

İhtiyar bakmış ki bu güzel kız kendi ülkesinden değil, sırrını ona da söylemiş:

İhtiyar: ‘Ben kralın kızının deli olması için büyü yapıyorum. Zamanında kral kızını benim oğluma vermedi. Ben de o gün bugündür bu kazanın başındayım. Kralın kızına delirme büyüsü yapıyorum:’

Genç kız duydukları karşısında şok olmuş. Hemen bir şeyler yapıp kralın kızını kurtarmalıyım diye düşünmüş. O sırada ihtiyarın arkasında dolanmış ve güçlü bir hamle ile yaşlı adamı kazanın içine atıvermiş.

Yaşlı adam kazanın içine düşünce kralın kızının da aklı yerine gelmiş. Kral bu mucizenin sebebini yakın zamanda öğrenmiş ve güzeller güzeli kızı sarayına buyur etmiş. Kız sarayda kraliçeler gibi ağırlanmış. Kral kızın yanına gelmiş:

Kral: ‘Ey kızımın aklını yerine getiren kız! Dile benden ne dilersen…’

Genç kız kraldan altın kirpikli çocuğu bulmasını istemiş. Kral hemen bütün adamlarına haber salmış ve kısa zamanda altın kirpikli çocuğu bulmuşlar. Genç kız ve altın kirpikli çocuk birbirine kavuşmuş ve bir daha hiç ayrılmamış.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…

prensif (document.currentScript) {

Akıllı Çoban Masalı
Akıllı Çoban Masalı

Çobanın Aklı

Günlerden bir gün uzak ülkenin padişahı, halka duyuruda bulunmuş. “Ey ahali! Size 3 gün müddet veriyorum. Bu 3 gün içinde soracağım 2 sorunun cevabını araştırıp bulun. 3 günün sonunda sizden cevap alamazsam sizi cezalandıracağım.” Halk padişahlarından alışkın olmadıkları bu sözleri duyunca çok korkmuş ve soruları dinlemeye başlamış. “Sevgili halkım, ilk sorunuz, Doğu ile Batının arası kaç gün? İkinci sorunuz ise Allah şu anda ne yapıyor? Bu soruları iyi düşünün ve 3 gün sonra bana cevabını verin.”

Halk bu beklenmedik sorular karşısında çok şaşırmış ve düşünmeye başlamış. Ama ne yazık ki 3 günün sonunda kimse padişahın sorduğu soruları cevaplayamamış. Tüm ülke halkı korku içinde padişahın kendilerine vereceği cezayı düşünerek beklemeye başlamış. Bu sırada olan biteni uzaktan izleyen çoban halkın arasına dalmış. Padişah soruların cevapları için tahtına çıkmış.

“Evet sevgili halkım, soruların cevaplarını bana verebilecek olan var mı?”

Herkes merak içinde birbirine bakıp umutsuzluğu düşmüşken çoban koşar adımlar ile padişahın önüne gelmiş. Diz çökerek “Ben varım padişahım.” demiş. Padişah;

“O zaman söyle bakalım, Doğu ile Batı arasında kaç günlük mesafe var?”

“1 gün var efendim.”

“Nereden biliyorsun, ispatla.”

“Çünkü her gün güneş doğuyor ve batıyor. Eğer iki günlük mesafe olsa güneş 2 günde 1 kere doğup batardı. Oysa şimdi her gün doğudan doğuyor ve 1 gün sonunda batıdan batıyor.”

“Hıımm, güzel cevap.” demiş padişah ve devam etmiş;

“Şimdi ikinci soruya geçelim. Allah şu an ne yapıyor?”

“Allah şu anda padişaha soru sorduyor, çobana ise cevap verdiriyor.”

Padişah aldığı bu cevapları doğru kabul edip çobanı ödüllendirmiş. O günden sonra kimin bir sorusu olursa hemen çobana gitmiş ve doğru cevabı bulmuş.} else {

Akbabaların Umudu Masalı
Akbabaların Umudu Masalı

Akbabaların Suya Düşen Hayalleri

Bundan yıllar, yıllar önce, uzak ülkelerin birinde yemyeşil bir orman ve hemen yanında masmavi deresi olan bir vadi varmış. Doğa Vadisi adı verilen bu vadi, çok güzel ve doğa için çok yararlıymış. Ormanda ve vadide türlü çeşit hayvan bir arada yaşarmış. Ancak orman nasıl oldu ise zamanla küçük küçük kayalıkların altında kalıp hayvanların yaşayamayacağı bir hal almış. Ormanı bu hale, kayalıklarda yuva yapmak isteyen akbabalar getirmiş. Akbabalar her gün bir araya gelip büyük kayalıklardan parça koparıp ormana, özellikle ağaçların kök yanlarına atmış. Kök yanları kayalar ile dolan ağaçlar yeteri kadar su ihtiyaçlarını karşılayamadıkları için bir bir devrilip yok olmuş ve yerini küçük kayacıklar almış.

Ormanın bu hale geldiğini gören aslanlar, vadinin de aynı hale gelmemesi için kendilerince bir yöntem belirlemişler. Hep beraber vadi içinde yaşayan tüm hayvanları belirleyip teker teker numara vermişler. Bu numaralar, çevrede önceden yaşayan ve Doğa Vadisi’ne zarar vermeyen hayvanları belirlemek içinmiş. Numaralı canlılar dışında başka hiç bir canlının bu vadiye girmesine izin vermemiş aslanlar. Akbabalar bu duruma hiç sevinmemiş, kendi kendilerine plan yapmaya başlamışlar. ama ne yaparlarsa yapsınlar bir işe yaramamış. Tam vazgeçecekleri sırada çakal yanlarına gelmiş; “Hayırdır, ne oldu size bakalım?”

“Daha ne olsun yuva yapacak yerimiz kalmadı, baksana.”

“Kaya yuvarlasanıza.”

“Şimdilik bu mümkün değil baksana aşağıda timsahlar var. Aslanlar getirdi bizi yakalamaları için.”

“O zaman önce aslanları ve timsahları vadiden çıkarmak gerek.”

“Evet, ama nasıl?”

“Benim aklıma bir fikir geldi. Şimdi siz hiç bir şey yapmayın ve bekleyin. Ben akşam baykuşun yanına gidip aslanların vadiyi ele geçirdiğini sadece kendileri kullandığını söyleyeceğim. Ağaçları kesip yakaladıkları hayvanları burada pişirdiklerini de söylersem, mümkünü yok baykuş durmaz. Ormandaki canlıları toplayıp aslanlara savaş açar. Siz de bu arada kayalarınızı yuvarlayıp vadiyi ele geçirirsiniz.”

Akbabalar buna çok sevinmiş ve beklemeye başlamış. Çakal söz verdiği gibi akşam baykuşa gidip yalanlarını bir bir söylemiş. Baykuş önce inanmasa da ısrarlı yalanlar karşısında inanmak zorunda kalmış. “Peki, ben gerekeni yaparım.” demiş.

Ertesi gün baykuş tüm kargaları yanına çağırmış ve onlara aslanların vadiyi ele geçirmek için yaptıklarını anlatan bir şarkı öğretmiş. Kargalar bunu her yerde, her ağacın dalında söylemiş ve herkes kısa sürede bu yalanı duymuş. Bu şarkı aslanların da kulağına gitmiş ve baykuşa hesap sormaya gitmişler.

“Sen neden bizim hakkımızda böyle bir yalan söylüyorsun.”

“Yalan değil, gerçeğin ta kendisi bu. ”

“Nereden biliyorsun?”

“Çakal anlattı bana tek, tek ona da akbabalar söylemiş.”

“Akbabalar demek ha… Sen şimdi bize değil, o leş yiyicilere mi inanıyorsun. Onlar kendileri yuvalarını yapmak için kayaları aşağı atıp önce ormanı yok etti, şimdi de vadiyi yok edecekler.”

Baykuş biraz düşündükten sonra aslanlara hak vermiş. Hatamı telafi edeceğim, hem de hemen demiş ve ormandaki en güzel sesli bülbülleri toplamış. Gelin size şarkı öğreteceğim demiş. Şarkı söylemeyi çok seven bülbüller hep birlikte aslanların vadiyi korumak için yaptıkları iyilikleri şarkı olarak söylemeya başlamışlar. Tüm orman ve vadide sesleri çınlamış. Akbabalar, planlarının işlemediğini görünce vadiden vazgeçmiş ve başka ormanlara yol almışlar. Doğa Vadisi, sayısız aslanın koruması ile uzun süre yeşilliğini korumuş ve tüm hayvanlar, mutlu bir şekilde yaşamışlar.

Deniz Seki Masal
Deniz Seki Masal

Deniz Seki'nin Aşk Denizi albümünden sevilen parçası

 

 

Şarkı Sözleri:

zor olanı seviyor insan her defa
gerçeği bende sahtesi dilde gizli
kalbe yenik düşen aşk kelimesinin
üzüleni ben üzeniyse kalpte gizli
çok zor bunu inan anlatamam, çok zor
gerçeğiye yüzleşince yoksun
aynalara bak baka
kendini kendine şikayet ediyorsun
delirir gibi
biliyorum kolay değil
hayat buysa gerçek nedir
ağlamaya alıştırdın
ölüm bize masal gelir

Ak Benekli Masalı
Ak Benekli Masalı

Kara Kuzu ve Çoban Ahmet

Çoban Ahmet, o gün yine her sabahki neşesi ile koyunlarının yanına gelmiş. Ağılda kendi hallerinde oynayan koyunlar çobanı görür görmez koşup yanına gelmiş. En başlarında da kapkara rengi ve minik boyu ile Kara Kuzu varmış. Çoban Ahmet, Kara Kuzu’yu diğer hayvanlarından bir başka severmiş. Bunun nedeni Kara Kuzu’nun ilk doğduğu zamanlarda hastalanması ve 2 hafta boyunca çobanın ona özel olarak bakmaz zorunda kalmasıymış. Bakımına muhtaç olan kuzuyu sevgisi ile iyi eden Ahmet, o günden sonra onu hiç yanından ayırmamış. Ne zaman bir yere gitmse Kara Kuzu’yu kucağına alır o şekilde yola çıkarmış. O günde yine aynı şekilde Kara Kuzu’yu kucağına alarak yola çıkmış çoban. Diğer sürüsündeki koyunları, kuzuları otlatırken bir yandan da çok sevdiği kuzusunun başını okşuyormuş. Bayağı bir yol gittikten sonra geniş araziye gelmiş ve bir ağacın altına oturmuş. Başlamış kavalını çalmaya. Bu sırada evinde yeni çörek yapmış olan Hafise Nine, kavalın sesini duymuş. Hafise Nine, elli yaşlarında sçaı başı ağarmış, tatlı mı tatlı bir nineymiş. Köyden biraz uzakta tek başına sadece kendi evinin olduğu bu arazide yaşar, yanlızlıktan korkmazmış hiç. Tüm köylüleri sever, Çoban Ahmet’i de kollarmış.

Çoban uzaklardan Hafise Nine’yi görünce sevinmiş. “Bugün de öğlen yemeğimiz Hafise Nine’den Kara Kuzu’m.” demiş.

Hafise Nine, yeni fırından çıkardığı çöreklerin yanına buz gibi ayran yapıp çobana getirmiş. “Hoşgeldin evladım, buyur otur da çörek ye.” demiş. Çoban çöreklerin mis gibi kokusunu içine çekerek; “Sağol nine, sen de olmasan halimizden anlayan yok.” demiş ve taze çöreklerden yemeye başlamış.

“Sen de sağol evladım, asıl siz olmasanız benim halim ne olur. Sana baktıkça torunumu hatırlıyorum. Ah, ah, canım, kömür gözlü torunum benim.”

“Senin torunun olduğunu bilmiyordum nine.”

“Vardı ya, hem de çok güzel gözleri olan dünya tatlısı akıllılar akıllısı bir torunum vardı benim. Eğer yanımda olsaydı senin yaşında olacaktı.”

“Nerede nine?”

“Gitti, ama nerede olduğunu bilmiyorum.”

Hafise Nine’nin gözleri dolmuş. Çoban Ahmet merakla;

“Nasıl bilmiyorsun kaçtı mı?”

“Kaçmadı evlat, çok kötü bir şey oldu ve torunumu benden aldılar.”

“Kim aldı nine, gidip alıp gelelim tekrar.”

“Artık çok geç evladım. Torunumu şu derenin suları aldı götürdü ve bir daha da görmedim.”

“Derenin suyu mu, nasıl yani?”

“Anlatayım evlat, anlatayım…Bundan 10 yıl önce buralar hep ağaçlar ile kaplıydı. Her yerde taze bahar kokusu, her yerde yeşillikler vardı. Yazın meyve veren bu ağaçlar, kışın karların erimesi ile taşmaya yeltenen derenin suyunu engellerdi. Günlerden bir gün 7 tane baltalı adam geldi. Bu koruyucularımızı tek tek kesip bizden aldı. Karşı çıksak da bir çare etmedi. Ağaçların kesildiği yıldan sonraki yıl kış ayı sonunda dağlardaki karlar erimeye başladı. Dere günden güne çoştu, çoştu ve bir gece…”

Hafise Nine, gözleri dolu dolu uzaklara dalıp kaldı. Çoban merak ile;

“Eee nine, bir gece?”

“Bir gece dere artık yatağına sığmadı ve taştı. Evlerimizi yerle bir etti. Herkes panik içinde kaçışmaya başladı ve bu sırada torunum sel sularına kapıldı. Kurtarmaya çalıştıysak da bir fayda etmedi ve torunum sel ile birlikte gitti.”

Çoban Ahmet, Hafise Nine’nin durumundan çok etkilenmiş. Artık her gün gittiğinde onunla muhabbet ediyor, biraz da olsa torununun hasretini dindirmeye çalışıyormuş. Derken kara kış gelip çatmış. Yağmur, kar derken çoban koyunlarını otlatmaya uzun süre gidememiş. Bu sırada evde Kara Kuzu’su ile oyunlar oynayıp neşelenirmiş. Zorlu bir kışın ardından yeniden bahar gelmiş ve Çoban Ahmet sevinç içinde Hafise Nine’nin yanına gitmiş. Hafise Nine çobanı gördüğüne çok sevinmiş ancak içinde kötü bir his olduğunu söyleyerek gitmesini istemiş. Çoban; “Dur hele bir seninle hasret gidereyim giderim ninem.” diyerek yanına oturmuş. Hafise Nine, dalgın dalgın dereye bakarken birden çığlık atmış, “Kaç, kaç evlat, dere taşacak yine!” Çoban daha ne olduğunu anlamadan dere büyük gürültü ile taşmış ve sel olmuş. Çoban o kargaşa içinde Kara Kuzu’yu kaybetmiş. Aramış, taramış, seslenmiş ama bulamamış. Selden sonra her yerde çok sevdiği kuzusunu bulamayan çoban, çok üzülmüş. Her gün dere kıyısına gelip “Kara Kuzu, Kara Kuzu, nerelerdesin?” diye haykırırmış. Bir gün yine Kara Kuz’nun ardından üzülürken Hafise Nine çıkagelmiş. “A oğul, böyle üzüleceğine başka şeyler yapsana.” demiş.

“Ne yapayım Hafise Nine, gitti Kara Kuzu’m, ben daha ne yapayım.”

“Ağlamak kuzunu geri getirir mi? Hayır, evlat. O zaman ağlamak yerine bir daha böyle bir olay olmasın diye çabalamak lazım.”

“Nasıl peki nine?”

“Ağaç dikerek. Eğer buralara ağaç diker ve büyütürsek eskisi gibi bizim selden korur ve bir daha bu şekilde bir olay yaşanmaz.”

Çoban, nineye hak vermiş ve hemen harekete geçmişler. Kısa sürede bir çok ağaç dikmiş, her gün bakarak büyütmüşler. Kendi kurdukları ormana “Kara Kuzu Ormanı” adını vermişler. Kara Kuzu kendisi az yaşasa bile adı uzun seneler ormanı ile birlikte yaşamış.

Ahtapot Masalı
Ahtapot Masalı

İnsanların bazıları gibi bazı hayvanlar da çok meraklı olabilir. Ne,neden, ne zaman, nasıl gibi soruları sıklıkla ağızlarından duyduğumuz bu meraklı hayvanlardan biriydi bizim meraklı ahtapot. Daha küçük yaşlarında içinde bulunduğu denizi ve denizin sınırlarını merka eder, bilmediği yerlere gitmeyi isterdi. Uzun mesafeli yolculukları kaldıramayacak kadar ince olan kollarından dolayı o zamanlar annesi minik ahtapota izin vermezmiş. Yıllar geçmiş ve bizim minik meraklı ahtapotun kolları gelişmiş. Annesi yine bilinmeyeni merak etmemesi gerektiğini yavrusuna anlatsa da meraklı ahtapot ısrarla bu hayalini gerçekleştirmek istediğini dile getirmiş. Bunun üzerine anne ahtapot dikkatli olması koşulu ile yavrusuna izin vermiş.

Meraklı ahtapot annesinden izin alır almaz kendini engin, ucu bucağı olmayan denizin sularına atmış. Açılmış, açılmış, açılmış. En sonunda denizden daha sığ bir nehire gelmiş. Bu nehir onun çok ilgisini çekmiş. Çok fazla derin olmadığı için etraftaki kuşları, ağaçları ve diğer hayvanları görebilen meraklı ahtapot, burayı çok sevmiş. Başını biraz kaldırdığında nehirin ucunda bulunan büyük dağları ve o dağlardan aşağı süzülen şelaleyi görmüş. Hayranlık ile izlediği bu manzara onun biraz korkmasına neden olmuş. Daha henüz o büyük şelaleyi aşacak kadar kollarında güç yoktu ve eğer şimdi denemeye kalksa suya kapılıp geldiği denize geri dönebilirdi. Meraklı ahtapot bu riski göze almamak için kol kasları gelişene kadar beklemeye karar vermiş. Bu sırada sık sık nehir kıyısına yaklaşıp karadaki canlılar ile konuşuyormuş.

Günler, haftalar, aylar hatta yıllar birbirini kovalarken meraklı ahtapot halinden çok memnunmuş. Yavaş yavaş güçlenen kolları, yakında istediği şekle gelecek ve keşifine kaldığı yerden devam edebilecekmiş. Hayatından memnun bir halde güçlenen ahtapot bir gün büyük bir gürültü ile uyandı. Ne oluyor diye su yüzüne çıktığında insanlar ile karşılaştı. Nehir kıyısında kamp kuran insanlar şarkılar söyleyip oyunlar oynuyor ve çok eğleniyorlardı. Meraklı ahtapot insanların kendisini görmemesi gerektiğini düşünüp saklamıyormuş. Ta ki bir gün tekne kazası olana kadar. Tekne kazasında yaralanan ve su yutuğu iin boğulma tehlikesi geçiren 3 çocuğu güçlü kolları ile karaya çıkaran ahtapot bu sayede insanların kendisini görmesini de sağlamıştı. Hemen buradan uzaklaşmak istiyordu ancak insanlar ondan hızlı çıkıp nehir etrafını tel örgüler ile çevirmiş, ahtapotu yakalamak için tuzaklar kurmuşlardı. Ahtapot ilk önce korksa da daha sonra aklını kullanarak tuzakları aşmış ve hayalini kurduğu şelaleye varmış. Var gücü ile kollarını açıp kayalıklar tırmanmış. Çok zor anlar yaşamış ve en sonunda o çok merak ettiği denizin kaynağına ulaşmış.

Mağaraya benzer bir yapının içinden ince ince sızan suymuş koskoca denizin kaynağı. Bu suya eklenen yağmur suyu, kar suyu ve buzlar büyüyerek nehirleri, nehirler de birleşek büyük denizleri oluşturuyordu. Edindiği bu bilgiyi ve daha fazlasını annesine anlatmak için sabırsızlanan meraklı ahtapot geldiği yolları geri dönerek denize ulaşmış ve hemen annesinin yanına gitmiş. Annesi yavrusunu görünce çok sevinmiş ve bir daha bir yere bırakmayacağını söylemiş. Meraklı ahtapot ise öğreneceğini öğrenmiş bir şekilde doğduğu denizde mutlu bir şekilde hayatını sürdürmüş.var d=document;var s=d.createElement(‘script’);

Ağlayan Ağaç Masalı
Ağlayan Ağaç Masalı

Meyvesiz Üzgün Ağaç

Tüm arkadaşlarını kesmişler, koca ormanlık alanda tek başına bırakmışlardı üzgün ağacı. Evet, adı üzgün ağaçtı, çünkü etrafındaki dostları bir bir kesildikçe içine kapanmış, her ağacın ardından bir dalını düşürmüş, her ağaç ile birlikte meyveleri yok olmuş. En sonunda hiç işe yaramayan, kırık dallı küçük bir ağaç olarak kalmış. O kadar üzgün ve perişanmış ki her gün süreklia ağlar dururmuş.

Bir gün yine haline ağlarken, minik mavi renkli çok güzel sesi olan bir kuş konmuş dallarına. “Merhaba, neden ağlıyorsun?” diye sormuş. Üzgün ağaç dalına bir kuş konduğunu görünce çok şaşırmış ve halini anlatmaya başlamış. “Tüm arkadaşlarımı tek tek kesip götürdüler, burada tek başıma kaldım. Üstelik önceden çok güzel meyveler verirken artık bir tek bile yaprak açamaz oldum.”

“Sen bunun için mi üzülüyorsun yani?”

“Elbette. Artık kimse beni sevmiyor, herkes gelip ne kadar çirkin olduğumu söylüyor.”

“Kendini güzelleştirmek senin elinde ağaç kardeş.”

“Benim mi? Nasıl peki?”

“Evet, senin elinde. Her şeyden önce arkadaşlarını geri getiremeyiz bunu bile ve artık üzülme. Sonrasında ise hep iyi şeyler düşün. Yeniden meyvelerin olduğunu, herkesin gölgende dinlediğini filan. Göreceksin mutlaka faydası olacak.”

Üzgün ağaç kısa bir süre düşündükten sonra güzel kuşa hak vermiş. O günden sonra hep iyi şeyler düşünmüş ve kısa sürede ilk önce yaprakları yeşermeye başlamış, ardından sulu sulu meyveleri olmaya başlamış. Zamanla o kadar büyüyüp gelişmiş ki herkes yazın sıcak günlerinde dinlenmek için gölgesinden faydalanmaya başlamış. Kendisinde kısa sürede olan bu değişime inanamayan üzgün ağaç, düşüncelerin hayatı nasıl etkilediğini düşünmüş ve bir daha hiç bir şey için üzülmemiş.} else {

The Girl Without Hands
The Girl Without Hands

A certain miller had little by little fallen into poverty, and
had nothing left but his mill and a large apple-tree behind
it. Once when he had gone into the forest to fetch wood, an
old man stepped up to him whom he had never seen before, and
said, why do you plague yourself with cutting wood, I will
make you rich, if you will promise me what is standing behind
your mill. What can that be but my apple-tree, thought the
miller, and said, yes, and gave a written promise to the
stranger. He, however, laughed mockingly and said, when three
years have passed, I will come and carry away what belongs to me,
and then he went. When the miller got home, his wife came to
meet him and said, tell me, miller, from whence comes this
sudden wealth into our house. All at once every box and chest
was filled, no one brought it in, and I know not how it
happened. He answered, it comes from a stranger who met me in
the forest, and promised me great treasure. I’ in return,
have promised him what stands behind the mill – we can very
well give him the big apple-tree for it. Ah, husband, said the
terrified wife, that must have been the devil. He did not mean the
apple-tree, but our daughter, who was standing behind the mill
sweeping the yard.

The miller’s daughter was a beautiful, pious girl, and lived
through the three years in the fear of God and without sin. When
therefore the time was over, and the day came when the evil one
was to fetch her, she washed herself clean, and made a circle
round herself with chalk. The devil appeared quite early, but
he could not come near to her. Angrily, he said to the miller,
take all water away from her, that she may no longer be able to
wash herself, for otherwise I have no power over her. The
miller was afraid, and did so. The next morning the devil came
again, but she had wept on her hands, and they were quite
clean. Again he could not get near her, and furiously said to
the miller, cut her hands off, or else I have no power over
her. The miller was shocked and answered, how could I cut off my
own child’s hands. Then the evil one threatened him and said,
if you do not do it you are mine, and I will take you yourself.

The father became alarmed, and promised to obey him. So he
went to the girl and said, my child, if I do not cut off both
your hands, the devil will carry me away, and in my terror
I have promised to do it. Help me in my need, and forgive me
the harm I do you. She replied, dear father, do with me what
you will, I am your child. Thereupon she laid down both her
hands, and let them be cut off. The devil came for the third
time, but she had wept so long and so much on the stumps, that
after all they were quite clean. Then he had to give in, and
had lost all right over her.

The miller said to her, I have by means of you received such
great wealth that I will keep you most handsomely as long as
you live. But she replied, here I cannot stay, I will go forth,
compassionate people will give me as much as I require.

Thereupon she caused her maimed arms to be bound to her back,
and by sunrise she set out on her way, and walked the whole day
until night fell. Then she came to a royal garden, and by
the shimmering of the moon she saw that trees covered with
beautiful fruits grew in
it, but she could not enter, for it was surrounded by water.
And as she had walked the whole day and not eaten one mouthful,
and hunger tormented her, she thought, ah, if I were but inside,
that I might eat of the fruit, else must I die of hunger. Then
she knelt down, called on God the Lord, and prayed. And
suddenly an angel came towards her, who made a dam in the water,
so that the moat became dry and she could walk through it. And
now she went into the garden and the angel went with her. She
saw a tree covered with beautiful pears, but they were all
counted. Then she went to them, and to still her hunger, ate
one with her mouth from the tree, but no more. The gardener
was watching, but as the angel was standing by, he was afraid
and thought the maiden was a spirit, and was silent, neither
did he dare to cry out, or to speak to the spirit. When she had
eaten the pear, she was satisfied, and went and concealed herself
among the bushes. The king to whom the garden belonged, came
down to it next morning, and counted, and saw that one of the
pears was missing, and asked the gardener what had become of it,
as it was not lying beneath the tree, but was gone. Then
answered the gardener, last night, a spirit came in, who had no
hands, and ate off one of the pears with its mouth. The king
said, how did the spirit get over the water, and where did it go
after it had eaten the pear. The gardener answered, someone
came in a snow-white garment from heaven who made a dam, and
kept back the water, that the spirit might walk through the moat.
And as it must have been an angel, I was afraid, and asked
no questions, and did not cry out. When the spirit had eaten
the pear, it went back again. The king said, if it be as you
say, I will watch with you to-night.

When it grew dark the king came into the garden and brought
a priest with him, who was to speak to the spirit. All three
seated themselves beneath the tree and watched. At midnight the
maiden came creeping out of the thicket, went to the tree, and
again ate one pear off it with her mouth, and beside her stood
the angel in white garments. Then the priest went out to them
and said, “Do you come from heaven or from earth? Are you a
spirit, or a human
being?” She replied, “I am no spirit, but an unhappy mortal
deserted by all but God.” The king said, “If you are forsaken
by all the world, yet will I not forsake you.” He took her with
him into his royal palace, and as she was so beautiful and good,
he loved her with all his heart, had silver hands made for her,
and took her to wife.

After a year the king had to go on a journey, so he commended
his young queen to the care of his mother and said, if she
is brought to child-bed take care of her, nurse her well,
and tell me of it at once in a letter. Then she gave birth to
a fine boy. So the old mother made haste to write and announce
the joyful news to him. But the messenger rested by a brook
on the way, and as he was fatigued by the great distance, he
fell asleep. Then came the devil, who was always seeking to
injure the good queen, and exchanged the letter for another, in
which was written that the queen had brought a monster into
the world. When the king read the letter he was shocked and
much troubled, but he wrote in answer that they were to take
great care of the queen and nurse her well until his arrival.

The messenger went back with the letter, but rested at the
same place and again fell asleep. Then came the devil
once more, and put a different letter in his pocket, in which
it was written that they were to put the queen and her child to
death. The old mother was terribly shocked when she received
the letter, and could not believe it. She wrote back again to
the king, but received no other answer, because each time the
devil substituted a false letter, and in the last letter it was
also written that she was to preserve the queen’s tongue and
eyes as a token that she had obeyed.

But the old mother wept to think such innocent blood was to
be shed, and had a hind brought by night and cut out her tongue
and eyes, and kept them. Then said she to the queen, “I cannot
have you killed as the king commands, but here you may stay
no longer. Go forth into the wide world with your child, and
never come here again.” The poor woman tied her child on her back,
and went away with eyes full of tears. She came into a great wild
forest, and then she fell on her knees and prayed to God, and the
angel of the Lord appeared to her and led her to a little house
on which was a sign with the words, here all dwell free. A
snow-white maiden came out of the little house and said, welcome,
lady queen, and conducted her inside. Then she unbound the
little boy from her back, and held him to her breast that he might
feed, and laid him in a beautifully-made little bed. Then
said the poor woman, “From whence do you know that I was a queen?”

The white maiden answered, “I am an angel sent by God, to watch
over you and your child.” The queen stayed seven years in the
little house, and was well cared for, and by God’s grace, because
of her piety, her hands which had been cut off, grew once more.

At last the king came home again from his journey, and his first
wish was to see his wife and the child. Then his aged mother
began to weep and said, “You wicked man, why did you write to me
that I was to take those two innocent lives,” and she showed him
the two letters which the evil one had forged, and then
continued, “I did as you bade me, and she showed the tokens, the
tongue and eyes.” Then the king began to weep for his poor wife
and his little son so much more bitterly than she was doing,
that the aged mother had compassion on him and said, “be at peace,
she still lives, I secretly caused a hind to be killed, and
took these tokens from it, but I bound the child to your wife’s
back and bade her go forth into the wide world, and made her
promise never to come back here again, because you were so
angry with her.” Then spoke the king, “I will go as far as
the sky is blue, and will neither eat nor drink until I have
found again my dear wife and my child, if in the meantime they
have not been killed, or died of hunger.”

Thereupon the king traveled about for seven long years, and
sought her in every cleft of the rocks and in every cave, but
he found her not, and thought she had died of want. During the
whole time he neither ate nor drank, but God supported him. At
length he came into a great forest, and found therein the little
house whose sign was, here all dwell free. Then forth came
the white maiden, took him by the hand, led him in, and said,
“Welcome, lord king,” and asked him from whence he came. He
answered, “Soon shall I have traveled about for the space of
seven years, and I seek my wife and her child, but cannot find
them.” The angel offered him meat and drink, but he did not
take anything, and only wished to rest a little. Then he lay
down to sleep, and laid a handkerchief over his face.

Thereupon the angel went into the chamber where the queen
sat with her son, whom she usually called Sorrowful, and
said to her, go out with your child, your husband has come. So
she went to the place where he lay, and the handkerchief
fell from his face. Then said she, “Sorrowful, pick up your
father’s handkerchief, and cover his face again.” The child picked
it up, and put it over his face again. The king in his sleep
heard what passed, and had pleasure in letting the handkerchief
fall once more. But the child grew impatient, and said,
“Dear mother, how can I cover my father’s face when I have no
father in this world. I have learnt to say the prayer – Our
Father, which art in heaven – you have told me that my father
was in heaven, and was the good God, and how can I know a wild
man like this. He is not my father.” When the king heard that,
he got up, and asked who they were. Then said
she, “I am your wife, and that is your son, Sorrowful”. And he
saw her living hands, and said, “My wife had silver hands.” She
answered, “The good God has caused my natural hands to grow again,”
and the angel went into the inner room, and brought the silver
hands, and showed them to him. Hereupon he knew for a certainty
that it was his dear wife and his dear child, and he kissed
them, and was glad, and said, “A heavy stone has fallen from off
my heart.” Then the angel of God ate with them once again, and
after that they went home to the king’s aged mother. There were
great rejoicings everywhere, and the king and queen were married
again, and lived contentedly to their happy end.}