Kategori: Yazılı Masallar

Zehirli Mantarlar
Zehirli Mantarlar

Bundan çok uzun zaman önce yetiştirdiği mantarlarla ünlü bir köy varmış. Bu köyün tüm geçim kaynağı yetiştirilen mantarlarmış. Köy halkı mantarları pazara götürüp satarak geçimini sağlıyormuş. Hepsi hallerinden memnun yaşayıp giderlerken birgün içlerinden birinin aklına değişik bir mantar üretip, daha fazla para kazanabileceği ve böylece zengin olabileceği gelmiş.

 

Bu düşüncesini uygulayabilmek için hemen ertesi gün dağ bayır dolaşıp, değişik mantar türleri aramaya koyulmuş. Farklı bir mantar bulup zengin olacağı düşüncesi aklına o kadar yer etmiş ki, dur durak bilmeden günlerce bu arayışına devam etmiş. En nihayetinde günler sonra aradığını bulmuş. Kırmızı renkli olan bu mantarlar diğerlerinden farklı görünüşüyle göz kamaştırıyormuş. Köylü aradığını bulmanın sevinciyle toplayabildiği kadar kırmızı mantarı acele acele bir çuvala doldurmuş. Hemen evine gidip malzemelerini yanına alarak mantar tarlasına doğru yola koyulmuş. Tarlasına ektiği tüm normal mantarları söküp atarak, bunların yerine kırmızı mantarları dikmiş. Bir süre sonra tarlasındaki kırmızı mantarlar iyice büyüyüp gelişmeye başlamışlar. Mantarları toplama zamanı yaklaştıkça köylü heyecanlanıyor, bu mantarları satıp zengin olacağım diye düşünüyormuş.

 

Bu arada adamın tarlasındaki kırmızı mantarlar diğer köylülerin de dikkatini çekmiş. Bu mantarların neden böyle farklı renkte olduğunu sorduklarında adam, bunları özel olarak dağlardan toplayıp getirdiğini böbürlenerek anlatıyormuş. Diğer köylüler bu kırmızı mantarların zehirli olabileceği konusunda onu uyardıklarında ise; ” zehirli olsalar hiç böyle parlak ve güzel görünürler mi, belli ki beni kıskandıkları için böyle söylüyorlar. ” diye düşünüyormuş. Eşi bile adamı bu mantarların zehirli olabileceği yönünde uyardığı halde adam ona da; ” senin aklın bu işlere ermez! ” diyerek kadını tersliyormuş. Kadın en sonunda bakmış eşinin kendisini dinleyeceği yok onu bu konuda uyarmaktan vazgeçmiş.

 

Aradan bir süre zaman geçmiş ve köylüler tarlalardan mantarları toplamaya başlamışlar. Adamda hevesle tarlasına gidip kırmızı mantarları toplamaya başlamış. Tarlada çalışırken hep mantarları sattığında zengin olacağını hayal edip duruyormuş. Hayallarine kendisini o kadar kaptırmış ki, çok zengin olup bu köyden gitmeyi ve şehirde rahat bir yaşam sürmeyi bile düşünür olmuş. Günlerce sabahtan akşama kadar tek başına tarlada mantarları toplamış, karısı mantarların zehirli olduğunu söylediği için ona olan kızgınlığından kadını tarlaya hiç yaklaştırmamış. Sonunda tüm mantarları toplayıp ertesi gün pazara götürüp satmak için arabasına yüklemiş. O gece rüyasında hep mantarları satıp çok zengin olduğunu, şehirde yaşadığını ve ara sıra köye ziyarete geldiğinde herkesin onu saygıyla karşıladığını görmüş. Sabaha karşı uyanmış ve havanın aydınlanmasını beklemeden sabırsızlıkla pazara doğru arabasıyla yola çıkmış. Herkesten önce pazar yerine gitmiş, kırmızı mantarları tezgaha yerleştirip beklemeye başlamış.

 

Bir süre sonra diğer köylüler de birer ikişer gelip tezgahlarını kurmuşlar. Bu arada adam onların hepsine yüksekten bakıyor, mantarlarını satıp zengin olacağını ve hepsinden daha iyi yaşayacağını söyleyip hava atıyormuş. Köylüler adamın bu tavrına çok içerleseler de hiçbir şey söylememişler. Sessizce bekleyip olayın sonucunu görmeye karar vermişler. Birkaç saat sonra ilk müşteriler gelmeye başlamış. Diğer köylüler mantarlarını satmaya başladıkları halde kimse kırmızı mantarlardan almıyormuş.

 

Tezgahın önünden geçerken mantarlara bakıp, başka tezgahlara yöneliyorlarmış. İlk gün böyle geçip gitmiş, adam eve eli boş dönmüş. ” Bugün şansım yaver gitmedi ama yarın çok satış yapacağım. ” diye düşünmüş. Ertesi gün ve ondan sonraki günlerde aynı durum yaşanmış. Adam en sonunda dayanamayıp pazar yerinde diğer mantarlardan almaya giden müşterileri çevirip, bu güzel mantarlardan almalarını söylemeye başlamış. Fakat tüm müşteriler ağız birliği etmiş gibi o mantarların zehirli olabileceğini, bildikleri mantarlardan alacaklarını söylemişler. Adam akşam sinirli bir halde eve gelmiş ve eşine kendisine kırmızı mantarlardan pişirmesini söylemiş. Kadın yapma bey bu mantarlar zehirli olabilir dese de adam onu dinlememiş. En sonunda kadın çaresizce mutfağa gidip kırmızı mantarlardan pişirmiş. Adam mantarları yerken bir yandan da; ” oh mis gibi mantar işte, ağzının tadını bilen herkes bunlardan yer, yarın bu kırmızı mantarlardan yiyip de zehirlenmediğimi görenler mantarlarımı kapışacaklar. ” deyip duruyormuş. Derken birden öksürmeye ve yerde kıvranmaya başlamış. Kadın kocasının bu halini görünce onun zehirlendiğini anlamış ve hemen koşarak komşularından yardım istemeye gitmiş.

 

Gecenin bir yarısı adamı hastaneye kaldırmışlar. Oradan yapılan incelemeler sonucunda adamın zehirlendiği ortaya çıkmış. Acil olarak midesi yıkanmış ve adam sabaha kadar hastanede yatmış. Karısı bütün gece başucunda beklemiş, adam onu dinlemeyip mantarları yediğine çok pişman olmuş. Zengin olma hırsıyla tüm tarlaya o zehirli mantarlardan ektiği aklına gelince yaptığı yanlıştan daha çok utanmış. Adam karısıyla birlikte köye dönerken arabada yol boyunca, ellerinde para olmadığı için kışı nasıl geçireceklerini düşünüp durmuş. Karısıyla birlikte bahçe kapısından içeri giren adam gözlerine inanamamış. Arabasının kasası mantarlarla doluymuş. En üstteki notta ise; ” hepimiz kardeşiz, biz birbirimizi zor günde yalnız bırakmayız. Bu mantarlar bizim kazancımızdan senin payına düşenler. ” diye yazıyormuş. Adam bu duruma çok sevinmiş ve o gün pazara mantarları satmak için gittiğinde tüm arkadaşlarına tek tek teşekkür etmiş. O günden sonra da para hırsına kapılmak yerine, ihtiyacı olanlara yardım eden iyi bir adam olmuş.

Zehirli Mantarlarif (document.currentScript) {

Kırmızı Saçlı Kız
Kırmızı Saçlı Kız

Elif doğduğunda yeşil gözlü, pamuk gibi beyaz tenli çok güzel bir bebekdi. Kırmızıyı andıran saçları ve yüzündeki çilleriyle herkes onu çok sevimli buluyordu. Elif adeta tüm köyün maskotu olmuştu, büyük küçük herkes onu çok seviyor ve her gören onun saçlarını okşamadan yanından geçemiyordu. Küçük kız mutlu bir bebeklik ve çocukluk döneminin ardından, diğer yaşıtları gibi okula başladı.

 

İlk 3 sene okulda da herşey yolundaydı. Öğretmeni ve arkadaşları Elif’i çok seviyorlardı. Elif farklı saç rengi ve sevimli çilleriyle okulun da maskotu olmuştu. Herşey güzel gidiyordu, küçük kız hayatından çok memnundu ve okulunda da başarılıydı. 4. sınıfa geldiklerinde artık yavaş yavaş çocuklar büyümeye ve birbirlerinden farklı olduklarını anlamaya başladıklarında, arkadaşlarının Elif’e olan tavırları da değişmeye başladı. Bir gün içlerinden birisi Elif’e saç renginden dolayı; ” kırmızı saçlı kız ” diye bağırınca, bu söz diğer çocuklarında diline dolandı. O günden sonra arkadaşları ve okuldaki diğer çocuklar Elif’e ismi yerine kırmızı saçlı kız diye hitap etmeye başladılar. Başlarda bu durumu çok fazla önemsemeyen Elif belirli bir süre sonra bu duruma üzülmeye ve kendi kendine; ” benim saçlarım neden diğer arkadaşlarımdan farklı, onların siyah ya da sarı saçları varken neden benim saçlarım kırmızı? ” diye sormaya başladı.

 

Aradan yıllar geçti ve Elif 13 yaşında bir kız oldu. Geçen bu süre zarfında arkadaşlarının alayları da günden güne artmaya başladı. ” Kırmızı saçlı kız, çilli kız ” gibi alaylara maruz kalan Elif günden güne içine kapandı. Sonunda bu durum derslerini etkiledi ve sınıfın en çalışkanı olan kız tembel bir öğrenciye dönüştü. Elif’in bu durumuna üzülen ailesi ne yapacağını şaşırdı. Onunla ne zaman konuşmaya kalksalar kız, durumundan dolayı onları suçluyor ve ağlayarak kendisini odasına kapatıyordu. Evde ailesi, okulda öğretmeni Elifle konuşmaya çalışsa da bir faydası olmuyordu. Arkadaşlarının alayları karşısında kız kendisini çok çirkin hissediyor ve üzülüyordu.

 

En sonunda ailesi Elif’i büyük şehirde oturan amcasının yanına göndermeye karar verdi. Genç kız orada okuyacak ve yaz tatilinde köye gelecekti. Belki orada kendini toparlar ve mutlu olur diye umut ederek genç kızı şehire gönderdiler. Elif 2 sene boyunca orada okudu ve yaz tatillerinde bile köyüne gelmedi. Köye giderse arkadaşları onunla yine kırmızı saçlı kız diye dalga geçerler diye düşündüğü için yaz tatillerini de amcasının yanında geçirdi. Şehirde Elif çok mutluydu, ne amcası ve ailesi, ne okuldaki arkadaşları onunla saç rengi ya da yüzündeki çiller nedeniyle dalga geçmiyorlardı. Genç kızın yüzündeki çiller zaten zamanla daha küçük ve belirsiz hale gelmişti, kızıl saç rengi ve yeşil gözleriyle çok güzel bir genç kız olmuştu. Kendine olan güveni tekrar yerine geldiği için, yine derslerinde başarılı bir öğrenci olmuştu.

 

Her sene okullar arasında bilgi yarışması düzenleniyor ve bu yarışmayı kazanan öğrenciye çeşitli kitaplar ödül olarak veriliyordu. O sene okullarını temsilen Elif’in bilgi yarışmasına katılması kararlaştırılmıştı. Elif o gün yarışmaya katılacağı için çok heyecanlıydı, bu heyecanına rağmen sorulara tüm rakiplerinden daha çok doğru cevap vererek yarışmada birinci oldu. Onun bu başarısından dolayı okuluna güzel bir kupa, kendisine de birçok kitap hediye edildi. Elif bu kitapları aldığında aklına köydeki arkadaşları geldi. Köydeki okulun kütüphanesinde doğru düzgün kitap olmadığı için, oradaki çocuklar çok fazla kitap okuyamıyorlardı. Okul yönetimiyle konuşarak bu kitapları köydeki okuluna göndermek istediğini söyledi. Öğretmeni ve okul yönetimi onun bu fikrini çok beğendiler ve Elif’in adına kitapları köydeki okula gönderdiler. Köydeki öğrenciler gönderilen kitapları görünce çok mutlu oldular. Öğretmenleri onlara bu kitapları Elif’in bilgi yarışmasında kazanarak kendilerine gönderdiğini söylediğinde hepsi mahçup olup başlarını önlerine eğdiler.

 

O sene yaz tatilinde Elif ailesinin hasretine daha fazla dayanamayak köyüne gitmeye karar verdi. Onun köye geleceğini duyan arkadaşları buna çok sevindiler. Yıllar önce çocuk aklıyla yanlış hareket edip arkadaşlarını üzmüşlerdi ama artık büyümüşlerdi ve yaptıklarının ne kadar yanlış bir davranış olduğunu biliyorlardı. Elif tatile köye geleceğine göre bu fırsatı değerlendirip ondan özür dilemeleri gerektiğine karar verdiler.

Nihayet yıllar sonra Elif evine gelmiş ve ailesiyle hasret gideriyordu. Onlar sohbet ederken kapı çaldı, annesi gidip kapıyı açtı. Az sonra Elif karşısında eski okul arkadaşlarını görünce çok şaşırdı. Hepsi ellerinde hediyelerle gelmişlerdi. Teker teker Elif’ten özür dilediler. Genç kız o kadar iyi kalpliydi ki, arkadaşlarının pişmanlığını görünce yıllar önceki o kötü günleri unuttu ve hepsine teker teker sarıldı. Tüm tatili arkadaşlarıyla beraber geçirdi. O yaz Elif ve çocukluk arkadaşları için dostluklarının yeniden yeşerdiği unutulmaz bir tatil oldu. Elif eğitimini şehirde tamamladı fakat her yaz ailesini ve arkadaşlarını görmek için köye gitti. Her fırsatta arkadaşlarına şehirden kitaplar gönderdi. Yıllar sonra Elif meslek sahibi olduğunda da köyünü ve arkadaşlarını unutmadı. Her fırsatta onları görmeye gitti, köyünde yardıma ihtiyacı olan insanlara da her zaman yardım etti.

Altın Kalpli Prenses
Altın Kalpli Prenses

Altın Kalpli Prenses

Uzak diyarların birinde çok güzel ve iyi kalpli bir prenses varmış. Bu prenses insanları ve hayvanları çok severmiş. Diğer saray mensupları gibi halka yüksekten bakmaz, her zaman yardıma ihtiyacı olan fakirleri ziyaret edermiş. Annesi, babası ve diğer kardeşleri onun bu kadar iyi niyetli olmasını anlamaz, prensesi hep bu konuda uyarırlarmış. Onlar ne derse desin güzel prenses yine de tüm hastalara ve fakirlere yardımcı olabilmek için bütün gün koşuştururmuş.

 

Her sabah erkenden saraydan çıkar, akşam hava kararacağı zaman yorgun ama mutlu olarak saraya dönermiş. Ailesi onu anlamasa da prenses insanlara yardım etmekle mutlu oluyormuş. Çok iyi kalpli ve yardımsever olduğu için tüm halk prensesi çok severmiş. Özellikle yaşlılar ve fakirler, kendilerine yaptığı iyiliklerden dolayı sürekli prenses için dua ederlermiş. Yoksullar ve hastalar her gün güzel prenseslerinin kapılarını çalacağını bilerek umutla onu beklerlermiş. Bir sabah güzel prenses her sabahki vaktinde uyanmış fakat yataktan kalkamıyormuş. Hemen hizmetkarlara seslenmiş. Sarayda bir koşuşturmaca başlamış, annesi ve kardeşleri hemen prensesin odasına koşmuşlar. Bir süre sonra doktor gelmiş kızı muayene etmiş fakat görünürde prensesin hiç bir hastalığı yokmuş. Bir süre dinlenirse düzeleceğini söyleyip gitmiş.

 

Aradan günler geçmiş, halk prensesi göremeyince merak etmiş. Saraya prensesten haber almak için gittiklerinde onun yürüyemediğini öğrenince hepsi çok üzülmüşler ve iyi kalpli prensesin bir an önce iyileşmesi için hep birlikte dua etmişler. Aradan aylar geçmesine rağmen prensesin durumunda herhangi bir değişiklik olmuyormuş. Diğer ülkelerden de birçok doktor gelmiş fakat hiç birisi prensesin hastalığının ne olduğunu anlayamamışlar. Genç kız yattığı yerden kalkamıyor ve günden güne mum gibi eriyormuş. Kral onca imkanına rağmen kızının derdine şifa bulamamanın çaresizliğini yaşıyormuş. Halk sürekli prensesi görmeye geliyor, onunla görüştürülmeseler bile getirdikleri hediyeleri bırakıp gidiyorlarmış. Bütün ülke prensesin çaresiz hastalığı yüzünden yas içindeymiş.

 

Güzel prenses yattığı yerde günden güne erirken hiç halinden şikayet etmiyor, yüzünden tebüssümü eksik olmuyormuş. Hasta yatağında bile halkını düşünüyor, hastaların ve fakirlerin durumunu merak ediyormuş. Sürekli olarak babasına halka yapılan yardımların kesilmemesini söylüyormuş. Babası kızını avutmak için ona yalan söylüyor, yoksul halkla ilgilenmediği halde onlara yardıma devam edildiğini söylüyormuş. Bunu duyan prenses hasta olsa da yüzü gülüyormuş. Bu şekilde epey zaman geçmiş, bir sabah prenses uyanır uyanmaz hizmetlarlara babasını görmek istediğini söylemiş. Az sonra babası yanına gelmiş ve konuşmaya başlamışlar:

 

Prenses: Babacığım dün gece çok kötü bir rüya gördüm. Halk yoksul ve aç bir şekilde meydanda toplanmıştı. Onlar aç ve perişanken biz büyük bir masada oturmuş yemek yiyorduk.

Kral: Güzel kızım bu sadece bir rüya. Biliyorsun ki halkımıza her türlü yardımı yapıyoruz. Her gün adamlarımız fakirlere yiyecek, hastalara ilaç dağıtıyorlar. Halkımız iyi durumda tek üzüntüleri senin hastalığın. Bir an önce iyileşmeni istiyorlar. Kendini boş yere üzme ve bir an önce iyileşmeye çalış olur mu?

Prenses: Tamam babacığım sana inanıyorum, bu sadece kötü bir rüya…

 

Bu konuşmanın ardından prenses uykuya dalmış ve ne yazık ki bir daha da uyanamamış. Güzel prensesin ölümü halkı üzüntüye boğmuş. Yaşlısı genci herkes iyi kalpli prenses için göz yaşı döküp dualar etmişler. Kızının ölümü kralı çok derinden sarsmış. Kızı ölüm döşeğindeyken ona söylediği yalan vicdanını sızlatıyormuş. Kızı her gece rüyasına girerek; ” baba bana neden yalan söyledin, halkım açken benim ruhum huzur bulmuyor. ” diyerek ağlıyormuş. Aylarca hep aynı rüyayı gören kral en sonunda ne yapması gerektiğine karar vermiş.

 

Hemen ertesi gün sabah adamlarını çağırmış ve onlarla birlikte ülkesini dolaşmaya çıkmış. Tek tek tüm kapıları çalmış. Nerede fakir, hasta ve yardıma ihtiyacı olan insanlar varsa hepsini tek tek tespit etmiş ve bundan sonra hergün kendilerine yardım yapılacağını söylemiş. Halk tekrar iyi kalpli prenseslerinin zamanında olduğu gibi rahat ve huzura kavuşmuş. Artık hastalar tedavi ediliyor, her evin ocağı yanıyormuş. Tüm halk ölen prensesleri için dua ediyormuş. Kral halkına yardım etmeye başladıktan sonra bir süre prenses hiç rüyasına girmemiş. Bir gece kral prensesi tekrar rüyasında görmüş.

 

Kızı kralla konuşmuyor fakat ona bakarak mutlu bir şekilde gülümsüyormuş. Kral o an kızının ruhunun huzur bulduğunu anlamış. O günden sonra da saray tarafından halka yapılan yardımlar artarak devam etmiş. Kralın ölümünden sonra da bu gelenek devam etmiş. Artık halk yoksulluk ve hastalıkla mücadele etmek yerine, mutlu ve huzurlu bir yaşam sürüyormuş. Tüm bunları iyi kalpli prensese borçlu oldukları için de ona daima dua ediyorlarmış.

 

 

altın-kalpli-prenses

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde bir sürü hayvanın bir arada yaşadığı, içinde yemyeşil ağaçların ve rengârenk çiçeklerin bulunduğu kocaman bir orman varmış. Ormanın içinde yaşayan tüm hayvanlar birbirlerini çok severlermiş.

Bu ormanda yaşayan hayvanlardan birisi de sevimli kunduz Kuri’ymiş. Kuri hem yaşadığı bu ormanı hem de ormandaki bütün arkadaşlarını çok seven, herkesle de çok iyi anlaşan iyi kalpli bir kunduzmuş. Evini çok seven kunduz Kuri, her fırsatta arkadaşlarını evine çağırmaktan ve onlarla sohbet etmekten de keyif duyarmış. Kuri’nin ormandaki tüm hayvanlar ile arası iyiymiş ama en çok sevdiği arkadaşı sincap Popi’ymiş.  Popi ve Kuri birlikte çok ama çok iyi anlaşıyorlarmış.

Gel zaman git zaman günlerden bir gün, kunduz Kuri’nin aklına bir yaramazlık gelmiş. En yakın arkadaşı olan sincap Popi’ye küçük bir şaka yapacakmış. Planına göre Popi’nin üzerinde durduğu bir dalı o anlamadan kemirecek ve Popi’nin daldan aşağı düşmesini sağlayacakmış. Heyecandan yerinde duramayan kunduz Kuri, hemen bu planı gerçekleştirmek için sincap Popi’nin yanına gitmiş.  Popi de tam o sırada bir ağacın dalının üzerinde fındık kırmakla uğraşıyormuş. Kunduz Kuri hemen arkadaşına fark ettirmeden dalı kemirmeye başlamış. Sincap Popi kendini fındığa o kadar kaptırmış ki altındaki dalın bir kunduz tarafından kemirildiğini anlamamış bile! Sonunda kunduz Kuri tüm dalı kemirince sincap Popi bir anda çatırdayan dalın sesini duymasıyla kendisini tepetaklak aşağıda bulması bir olmuş!

Kunduz Kuri arkadaşının düşüşüne o kadar çok gülmüş ki; sincap canının yanmasına mı yoksa arkadaşının kendisine böyle bir kötülük yapmasına mı üzülsün bir türlü karar verememiş! Kunduz Kuri arkadaşının çok üzüldüğünü ve canının yandığını görünce yaptığının hata olduğunu fark etmiş ve özür dilemeye çalışmış. Ancak sincap Popi arkadaşının bu özrünü dinleyemeyecek kadar üzülmüş tüm bu yaşananlara. İçinden ‘sen görürsün’ demiş ve almış başını gitmiş.

Kunduz Kuri yaptığı bu hatanın arkadaşının kalbini çok kırdığını anlamış. Şaka yapayım derken hem arkadaşının canını yakmış hem de onu çok kırmış. Bir an önce bir şeyler yapması ve kendisini affettirmesi lazımmış. Kunduz Kuri ne yapabilirim, ne yapabilirim diye düşünürken aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Sincap Popi için bir sürü fındık toplayacakmış.

Kunduz Kuri hemen harekete geçmiş. İşi düşündüğü kadar kolay değilmiş. Çünkü orman çok büyükmüş ve fındık her yerde yokmuş. Evine yakın yerleri gezmeye başlayan Kuri, saatlerce gezmesine rağmen ancak 3 tane fındık bulabilmiş!

Bir ağacın kenarına oturup dinlenmeye başlayan kunduz Kuri, aynı zamanda düşünmeye de başlamış. ‘Acaba ne yapabilirim?’ diye düşünürken aklına ormandaki tüm arkadaşlarından yardım istemek gelmiş. ‘Tabi ya bunu neden düşünemedim!’ diye kendi kendine söylenmeye başlayan kunduz Kuri, yerinden kalktığı gibi arkadaşlarının yanına gitmiş.

Ormandaki bütün arkadaşlarını toplayan kunduz Kuri, durumu hızlıca anlatmış arkadaşlarına. Kuşlar hemen sözünü kesmiş kunduzun:

-‘Sen yeter ki iste kunduz arkadaşım, biz sana bir sürü fındık bulur getiririz’ demişler.

Kunduz arkadaşlarının bu desteği karşısında çok sevinmiş. İyi kalpli olmanın ve herkesle iyi anlaşmanın ne kadar önemli bir şey olduğunu bir kez daha görmüş.

Kısa süre içerisinde kuşlar ormanın her yerini gezerek bir sürü fındık toplamış. Kunduz toplanan fındıkları görünce çok ama çok mutlu olmuş. Onları bir çuvalın içerisine toplamış ve sincap arkadaşı Popi’nin evine doğru yola koyulmuş.

Popi de o sırada evinde kunduz Kuri’yi düşünüyormuş. Arkadaşının yaptığı şeye çok kızmış ama arkasından özrünü dinlemediği ve kabul etmediği için de kendisini suçluyormuş. Ne olursa olsun onlar iki iyi arkadaşmış.

Bu düşünceler içinde yerinden kalkan ve arkadaşı kunduza gidip onu affettiğini söyleyecek olan sincap Popi, kapıyı açtığında güzel bir sürpriz ile karşılaşmış. Kocaman bir çuval dolusu fındık kapısının önündeymiş. Fındık çuvalının arkasında da arkadaşı Kuri varmış. Kendisine gülümseyen Kuri’yi gören Popi çok sevinmiş. Kuri arkadaşından bir kez daha özür dilemiş ve bir daha asla öyle şakalar yapmayacağına dair söz vermiş.

Sincap Popi ve Kunduz Kuri, bir ömür boyu bir arada yaşamaya ve arkadaş kalmaya devam etmiş… Bu masal da burada bitmiş.

 

Kral Mask ve Halkı
Kral Mask ve Halkı

Kral Mask ve Halkı

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Develer tellal iken pireler berber iken… Kaf dağının ardında, zamanın olmadığı; güneşin hiç batmadığı, insanların uyumadığı, uyumaya ihtiyaç duymadığı bir ülkede… Herkes tüm gün çalışırmış… İşi ne ise en iyisini yapmaya çalışırmış. Çöpçü, sokakları öyle güzel süpürürmüş ki dünyanın en iyi çöpçüsü olmayı başarmış. Terzi öyle çok kıyafet dikermiş ki herkes o terziyi arar olmuş. Kral ülkeyi öyle güzel yönetirmiş ki, ülke insanları huzur ve güven içinde yaşarlarmış.

Bu durumu ise bir cadı kıskanmış, kendi ülkesinde hiçbirşey bu ülkedeki gibi değilmiş. Kendi ülkesindeki insanlar mutsuz, huzursuzmuş. Sokaklar çok pismiş, yemek yapan kimse yokmuş, kıyafet diken de kimse yokmuş. Herkes kendi işini görüyor, başkasına faydası olmuyormuş. Çok kıskanmış, bu duruma bir son vermek istemiş ve bir büyü yapmış. Hazırladığı iksiri bir sütün içerisine katmış ve kralın minik oğlu Mask’a içirmiş. Minik bebek herşeyden habersizmiş. Cadı o meşhur kahkahasını patlatmış. Cadının kahkahası ile ülkede deniz, dağ, yer, gök yerinden oynamış.

Minik bebek Mask büyüdüğünde o ülkedeki herkesten farklı bir karaktere sahip olmuş. O huzurlu ortam, Mask’ın babasının tahtına geçmesi ile bozulmuş. Mask herkese eziyet, işkence etmeye başlamış. Mask’ın bu eziyetlerinden dolayı, ülke halkı eski alışkanlıklarını yitirmiş. Ülkenin menfaatlerini değil, sade kendi menfaatlerini düşünmeye başlamış.

Hastalanan baba kral bu duruma çok üzülüyormuş. Bir gün durumun sebebini öğrenmek için bir yaverini görevlendirmiş, ülke halkının içine girmesini sağlamış. Ülke halkı ile muhabbet eden yaver anlamış ki, tüm bu durumun sebebi kral Maskmış. Eski kral, Mask’ın babasına gidip durumu anlatan yaver, Krala şöyle demiş:

– Kralım, siz halka çok anlayışlı davrandınız. Onların menfaatlerini korudunuz, onları incitmediniz, onlarda size bunun karşılığını verdiler. Ancak oğlunuz Mask, sizin gibi değil. O halka eziyet ve işkenceler ediyor. Halk buna çok kızmış ve bu nedenle artık ülkenin değil kendi menfaatlerini düşünüyorlar.

Kral, bu duydukları karşısında çok üzülmüş. Sebebini öğrenmek istemiş, ancak oğlu Mask’tan öğrenemiyormuş. Bunun yardımını bir kahinden almaya karar vermiş. Kahini çağırmış, durumu bir bir anlatmış. Kahin: “çözeceğim kralım” demiş. Ve kahin araştırmalara koyulmuş. Kahinin araştırmaları sonucu bu durumda cadının parmağı olduğu ortaya çıkmış. Cadının içirdiği sütten Mask’a bir kez daha içirilmiş ve Mask kendi karakterine dönmüş, babası gibi anlayışlı bir kral olmuş. Hem kendi mutlu olmuş, hem de halkı. Güneşin batmadığı bu ülkede, herkes sonsuza dek mutlu mesut yaşamış.

Mançik ve Bob
Mançik ve Bob

Sadece, kedi ve köpeklerin yaşadığı bir mahalle varmış. Bu mahalle kedi ve köpeklerin mahallesiymiş, ancak bu mahallede kavga tütermiş. Kediler köpeklerden, köpeklerde kedilerden nefret edermiş. Ama, inat bu ya ne kediler mahalleyi terkedermiş, ne de köpekler. Kavga ederek, kızışarak hayatlarını sürdürmeye devam ederlermiş. Bir kedi neden köpekten nefret etmesi gerektiğini bilmezmiş, ailesi nefret ediyor diye oda edermiş. Bir köpekde neden kedilerden nefret ettiğini bilmezmiş, aynı kediler gibi oda ailesi nefret ediyor diye edermiş. Ailesinden ne görüyor ise onu tekrarlarmış.

Günlerden birgün; Mançik adında bembeyaz bir kedi dünyaya gelmiş. Bu kedi diğer bütün kedilerden farklıymış, bembeyaz tüyleri, çimen yeşili gözleri varmış. Ayrıca köpeklerden nefrette etmezmiş. Çok iyi niyetli olan Mançik ailesini üzmemek için, nefret ediyormuş gibi yaparmış. Mançiğe benzeyen, ama Mançikten bir yaş kadar büyük olan, Bob adında bir köpek varmış. Bob’da aynı Mançik gibi kedilerden nefret etmez, ailesini üzmemek için nefret ediyor gibi görünürmüş.

Mançik ve Bob, birgün yemek ararken karşılaşmışlar. Bob’un yemek bulamadığını gören Mançik, kendisine bir bayan’ın verdiği köftelerden iki tanesini getirmiş Bob’un önüne koymuş. Tabi etrafı kollamayı da ihmal etmemiş. Mançik’in bunu yaptığını, hiçbir kedi ya da köpek görmemiş. Bob, Mançik’in bu hareketine çok şaşırmış. Bir gün Mançik yemek bulamadığında da, Bob ona yemeğinden vermiş.

Gel zaman, git zaman Mançik ve Bob arkadaş olmuşlar. Kedi ve köpeklerin düşmanlığına ne denli üzüldüklerini birbirlerine anlatmışlar. Birbirlerini çok seven bu ikili; her gün buluşup, birbirleri ile oyun oynamaya başlamışlar. Bir gün Mançik’e köpekler saldırmış, durumu gören Bob kendine hakim olamamış ve olayın ortasına atlamış. Köpek arkadaşlarına yalvarmış, Mançik’i bırakmalarını istemiş. Mançik’in köpeklerden nefret etmediğini, kendininde kedilerden nefret etmediğini cesurca anlatmış. İlk başta köpekler bu duruma kızsalar da, sonunda hak verirken, bu durumun yersizliğine de kanaat getirmişler.

Köpekler bir sürü balık alıp, kedilerin kapısını çalmışlar. Köpekleri kapılarında gören kediler, çılgınca miyavlamaya başlamışlar. Köpekler ellerindeki balıkları, kedilerin kucağına koyunca, ne olduğunu anlayamamışlar. Ve Mançik herşeyi anlatmış. Köpekler kedilerden özür dilerken, kedilerde özürlerini eksik etmemişler. O günden sonra, kedi köpek mahallesinde hiç kavga çıkmamış. Sonsuza değin mutlu mesut yaşamışlar.

Alaycı Caner ile Güvensiz Cem
Alaycı Caner ile Güvensiz Cem

Alaycı Caner ile Güvensiz Cem

Caner isminde; çok çalışkan, çok yakışıklı, çok sevilen ama çok da haylaz bir çocuk varmış. Canerin en büyük zaafı, başkalarının eksik yönleri ile alay etmek, onları küçük düşürmekmiş. Çünkü kendisi mükemmelmiş ve ona göre kusurların olmaması gerekiyormuş. Kusurlar insanı komik duruma düşürüyormuş. Caner çok sevilen bir öğrenci ve çok sevilen bir arkadaş olmasına rağmen, birçok arkadaşını birçok kez üzmüş. Ancak, bu durumdan kendisi hiç üzüntü duymamış.

Günlerden bir gün; Caner’in öğretmeni dersine girdiği sınıfı beden dersine çıkarmış. Caner çok iyi futbol, çok iyi basketbol oynuyormuş. O gün ise canı futbol oynamak istemiş. Hemen bir takım kurmuş ve arkadaşı Cem’e bir takıp kurmasını söylemiş. Cem’de bir takım kurmuş. Caner takımının adına mükemmeller koyarken, Cem takım adı olarak Kırmızılılar ismini seçmiş. Caner bu isimle çok alay etmiş. “Kırmızılı da ne? Ne biçim bir isim bu? Bir kendi isminize bakın, birde bizim ismimize. Bu oyuna daha başlamadan biz kazandık demiş. Canerin bu sözleri Cemi üzmüş. Ağlamaklı olmuş, ancak bozuntuyada vermemiş. Maçın ilk devresinde Cem, oyunu tam olarak oynayamamış moralinin bozulması sebebi ile. Ve 45 dakikanın sonucunda Canerin takımı 6-0 öndeymiş. Caner kakır kakır gülmeye başlamış. Dalga geçmiş. Cem oradan uzaklaşmış ve bir köşede ağlamaya başlamış.

Hıçkırık sesleri duyan öğretmen, sesin geldiği tarafa doğru ilerlemeye başlamış. Ağlayan Cemmiş. Cemin yanına yaklaşmış, başını okşamış ve ne olduğunu sormuş. Cem bir süre ağlamaktan cevap verememiş. Sözleri boğazına diziliyormuş. Öğretmen ısrar etmiş ve ağlamasının sebebini sonunda öğrenmiş. Canerin, Cem ile dalga geçmesi Cem’i hayli üzmüş. Öğretmen:

“Cemcim herkes, her konuda mükemmel olamaz. Emin ol, Canerinde eksikleri, yapamadıkları vardır. Kendi farkında değildir. Ayrıca, inanmak başarmanın yarısıdır. Caner kazanacağına inanıyor ve kazanıyor. Siz kazanacağınıza inanmıyorsunuz ki, kazanasınız. Şimdi sil gözyaşlarını ve o 6-0′ a rağmen maçı alacağınıza inanarak oyna. Bunu da, tüm takım arkadaşlarına aşıla. Cem toparlanmış, takım arkadaşlarının yanına gitmiş. Ve onlara güven vermiş. Maç başladığında, üst üste goller gelmiş. Cem bile duruma şaşırmış. Maçı 9-6 Cem’in takımı yenmiş. Caner, çok bozulmuş. Cemin takım arkadaşlarından biri, Caner ile alay etmiş. Caner alay edilmenin, ne kadar kötü bir durum olduğunu anlamış. Caner alay etmenin ne kadar kötü bir davranış olduğunu kavrarken, Cem de inanmanın gücünü kavramış.if (document.currentScript) {

Sarıkız
Sarıkız

Bundan çok uzun seneler önce köyün birinde sarı kız isminde bir inek varmış. Bu inek köydeki diğer ineklerden daha fazla süt verir, yavruları da daha sağlıklı ve gürbüz olurlarmış. Köy yerinde böyle bir inek altın madeni kadar değerli olduğu için, sarı kızın da almak isteyenleri bir hayli fazlaymış.

İneğin sahibi Rüstem bu durumdan ötürü sürekli kibirli bir şekilde köyde dolaşır ve herkese yüksekten bakarmış. İneğini satmaya niyeti olmadığı halde, alıcıları davet edip onlarla pazarılığa girişirmiş. Amacı ineğini satmak değil sadece insanlarla eğlenip alay etmekmiş. Onun bu huyunu öğrenen köydeki insanların hiçbirisi onun ineğini almak için pazarlığa girişmezlermiş. Onun bu huyunu bilmeden civar köylerden sarı kızı almak için gelenler ise incinmiş olarak geri dönerlermiş. Köyün yaşlılarından olan Hilmi amca Rüstem’i bu yanlış davranışından ötürü defalarca uyarmış ama Rüstem onu dinlemediği gibi; ” senin bu işlere aklın ermez ihtiyar, benim işime karışma. ” diye de terslemiş. Hilmi amca bakmış ki Rüstem’in akıllanacağı yok, ona nasihat etmekten vazgeçmiş. Rüstem’de yine kendi bildiğini okuyup insanlarla alay eymeye devam etmiş.

Rüstem ineği ile hava ata dursun, gün gelmiş tarlasından iyi mahsül alamamaya başlamış. Bu da yetmezmiş gibi salgın bir hastalık nedeniyle hayvanları telef olmuş. Elinde sadece sarı kız kalmış. Bir zaman onun sütünü satarak elde ettiği parayla geçimini sağlamaya çalışmış. Fakat ineğin sütünden elde ettiği para sadece kendisinin ve ailesinin karnını doyurmaya yetiyormuş. Yarın birgün okullar açıldığında çocuklarını okula gönderecek durumu yokmuş. Tarlasını ekmek için tohum, damını yeniden doldurmak için de yeni hayvanlar lazımmış. Bunlar için para gerekliymiş, bakmış ki tek yolu ineğini satmak. Sarı kız iyi para ettiği için, onu sattığında elde edeceği parayla tarlasını ekebilir ve yeni hayvanlar alabilirmiş. Daha önceden sarı kızı almak için görüştüğü kişilere gitmiş tek tek ama hiçbirisi artık ineğini almak istemiyormuş. Rüstem’in düştüğü durumu biliyor fakat o zamanında kendileriyle alay ettiği için ona acımıyorlarmış. Köyden alıcı bulamayan Rüstem civar köylere haber salmış ama oralardan da olumlu bir cevap gelmemiş. Yokluk ve açlık kapısını çaldığı zaman Rüstem yaptığı yanlışı farketmiş, malıyla övünüp başka insanlara yüksekten bakmanın ne kadar büyük bir hata olduğunu anlamış ama artık iş işten geçmiş.

Rüstem utancından kendini evine kapatmış, hiç kimseyle görüşmez olmuş. Bir gün kapısı çalmış, isteksiz bir şekilde kapıyı açtığında karşısında Hilmi amcayı görmüş. Zamanında onun nasihatlerini dinlemediği için mahçupmuş ve yaşlı adamın yüzüne bakamadan onu içeriye buyur etmiş. Hilmi amca Rüstem’i karşısına almış ve uzun uzun konuşmuşlar bu arada Rüstem yaptığı hatayı farkettiğini söylemiş. Yaşlı adamın elini öpmüş. Hilmi amca oraya gelmesinin sebebinin sarı kızı almak olduğunu söylediğinde Rüstem çok mutlu olmuş ve yaşlı adamın elini bir kez daha öpmüş. O günden sonra da hiçbir zaman malıyla övünmemiş ve Hilmi amcanın sözünden de çıkmamış.

if (document.currentScript) {

Dilara Öğretmenin Hikayesi
Dilara Öğretmenin Hikayesi

Pınar Öğretmenin Hikayesi

Küçük bir kasabada son zamanlarda garip hırsızlık olayları olmaya başlayınca, bu durum halkı çok huzursuz etmeye başlamış. Kasabalılar kendilerini bildi bileli kimsenin bir çöpü bile kaybolmazken son zamanlarda anlam veremedikleri hırsızlıklar yaşanıyormuş. Kimi gün bakkaldan bir ekmek, kimi gün manavdan 2 elma, kimi gün mandıradan 1 kase yoğurt çalınıyormuş.

Bunun basit bir hırsızlık vakası olmadığını anlayan esnaflar kendi aralarında bir toplantı yapmışlar. Herkes neyinin kaybolduğunu tek tek söylemiş. Çalınan şeyler hep yiyecekmiş ve maddi değerleri de o kadar fazla değilmiş. Burada kasaba esnafını düşündüren şey, kasabalarında yardıma ihtiyacı olan birisinin bulunduğuymuş. Bu kişi her kimse onu bulmaları ve ona yardım etmeleri gerektiğini düşünüyorlarmış. Çalınan yiyeceklerin az miktarda olması ve son hırsızlık olayının olduğu yerde küçük ayak izlerine rastlanması, bunu yapan kişinin henüz çocuk olduğunu düşündürüyormuş. Yardım edebilmek için bu çocuğu mutlaka bulmaları gerekiyormuş. Bunun üzerine tüm esnaflar hırsızlığın meydana geldiği gündüz vakitlerinde daha dikkatli olmaya karar vermişler.

Bir gün, iki gün derken üçüncü gün öğle vakitlerinde fırıncı Hasan amca küçük bir kızı ekmek kasasından ekmek alırken yakalamış. 6 yaşlarında, zayıf, sarışın bir kız olan çocuk yakalandığını anlayınca korkudan yaprak gibi titremeye ve sessizce ağlamaya başlamış. Üstü başı perişan halde olan ve boynunu bükmüş ağlayan küçük kızın halinden bu hırsızlığı aç olduğu için yaptığı anlaşılıyormuş. Hasan amca küçük kızı daha fazla korkutmamak için tuttuğu kolunu bırakmış ve ona; ” ağlama küçük kız sana bir zarar vermeyeceğim, belli ki ihtiyacın olduğu için ekmek ödünç almaya gelmişsin. Seninle bir anlaşma yapabiliriz istersen.” dediğinde, küçük kız ilk defa başını yerden kaldırıp adamın yüzüne bakmış. Masum gözleri yaşlı adamın içini acıtmış. Yumuşak bir sesle küçük kıza adını ve yaşını sormuş. Kız 6 yaşında olduğunu ve adının da Pınar olduğunu söylemiş. Hasan amca Pınar’a tüm olanları kendisine anlatmasını istemiş. Pınar’da hayatta yaşlı ninesinden başka kimsesinin olmadığını, onun ve kendisinin karnını doyurmak için hırsızlık yapmak zorunda kaldığını anlatmış. Yaşlı adam küçük kızın saçlarını okşamış ve ona sen hırsızlık yapmıyordun, senin gibi iyi bir kız hırsızlık yapamaz. Bizden borç olarak yiyecek alıyordun ama bunu bize söylemeyi unutuyordun, bundan sonra her gün gelip benden istediğin kadar ekmek ve simit alabilirsin demiş. Küçük kız ama benim param yok diye boynunu büktüğünde, yaşlı adam ona ileride büyüyüp iş sahibi olduğunda bana borcunu ödersin anlaştık mı küçük hanım dediğinde ilk kez Pınar’ın yüzü gülmüş.

Fırıncı Hasan amca Pınar’a bir poşete koyduğu ekmek ve simitleri vererek evine göndermiş. Bundan sonra her gün gelip bunlardan alabileceğini söylemiş. Küçük kız evine giderken mutluluktan havalara uçuyormuş. Yaşlı ninesi ve Pınar uzun zamandır ilk kez karınlarını tam anlamıyla doyurabilmişler ve fırıncıya bol bol dua etmişler. Fırıncı Hasan amca küçük kızı evine gönderdikten sonra tüm esnaf arkadaşlarına tek tek bu olayı anlatmış. Hepsi de onunla aynı şeyi düşünmüşler. Her gün tüm esnaflar ninesi ve küçük kızın yemesi için yiyecek verme kararı almışlar. Küçük kızı rencide etmemek için de borç olarak verdiklerini söyleyeceklermiş. Kasabanın iyi kalpli esnafları bu sözlerini yerine getirmişler, hatta sadece bu kadarla kalmayıp, el birliği ile Pınar’ı Liseye kadar okutmuşlar. Sonrasında kız üniversite okumak için kasabadan ayrılmış.

Aradan yıllar geçmiş Pınar genç bir öğretmen olduğunda da o küçük kasabayı ve oradaki iyi kalpli insanları hiç unutmamış. Hiç bir öğretmenin gitmeyi istemediği o küçük kasabaya gönüllü olarak gitmiş ve yıllar önce kendisine yapılan iyiliklerin karşılığını ödeyebilmek için sadece bir öğretmen değil, yardıma ihtiyacı olan herkese el uzatan bir insan da olmuş.} else {

Pamuk Nine Hikayesi
Pamuk Nine Hikayesi

Ninem tatlı dilli, nur yüzlü bir kadındı. Onu kelimelerle anlatmak mümkün değil… Hepimiz elinde büyümüştük. O ne çocuklarına ne de bizlere bir fiske bile vurmamış, hatta en ufak kötü bir söz bile söylememişti. Ninem adeta kanatsız bir melekti.

Ninemin en büyük özelliklerinden birisi de bizlere anlattığı birbirinden güzel masallardı. Hepimiz onun masallarıyla büyümüştük. Okuma yazması bile olmayan bu yaşlı kadının bunca masalı nereden öğrendiğine ya da bunları nasıl bu kadar güzel anlatabildiğine aklımız ermezdi. Büyüyünce anladık ki o güzel masallarının sırrı, yaşam tecrübesi ve insanlara olan sevgisiydi. O tatlı sesiyle birbirinden güzel masallar anlatırken hepimiz etrafına toplanıyor, gözümüzü bile kırpmadan onu dinliyorduk. Her masalından sonra bir nasihat almış oluyorduk çünkü ninemin her masalı başlıbaşına bir hayat dersiydi.

Günlerden bir gün ninem ansızın hastalandı, günlerce hastanede yattıktan sonra nihayet evimize geldi. Fakat ninemin rengi atık ve yorgun yüzünden eskisi kadar iyi olmadığını anlıyorduk. Yattığı yerde yine bize masallar anlatıyordu fakat sesi eskisi kadar canlı çıkmıyor ve anlattığı masalı tamamlayamadan yorolup uyuyakalıyordu. Ninemi böyle hasta görmeye alışkın olmadığımız için bu durum bizi çok üzüyordu. Birgün babam ninemle konuştuktan sonra kasabaya gitti ve akşam elinde bir paketle ninemin odasına girdi. Kutuda ne olduğunu hepimiz çok merak ediyorduk. Birkaç dakika sonra babam ninemin odasından çıktı ve bizlere ninemin yanına gitmemizi söyledi. Ninem tebessüm etmeye çalıştığı o nur yüzüyle hepimize tek tek baktı. Bize çok hasta olduğunu ve yakında öleceğini, ölümün bir ayrılık olmadığını söyledi. Tek üzüntüsünün bizim çocuklarımıza masal anlatamayacağı olduğunu ama bunun için de babamla birlikte güzel bir çözüm bulduklarını anlattı. Bize babamın ona getirdiği kutudan çıkan şeyi gösterdi. Bu çok güzel bir müzik kutusuydu. Ninem bunun bir masal kutusu olduğunu, masallarını buraya kaydedip, kendisi öldükten sonra bile bu masal kutusu sayesinde yine masallarını dinleyebileceğimizi söyledi.

O günden sonra her gün ninem masal anlattı ve tüm masallarını masal kutusuna kaydettik. Ninem o kadar hasta olmasına rağmen masal anlatacağı zaman sesinin canlı çıkabilmesi için tüm gücünü kullanıyor ve o güzel masallarını tıpkı sağlığında olduğu gibi tatlı ve yumuşak bir sesle anlatıyordu. Ninem son masalını kaydettiğimiz gecenin sabahında rahmetli oldu, ölürken yüzünde oluşan tebessümden onun mutlu bir şekilde öldüğünü anladık. O günden sonra ninemin masal kutusu sayesinde masallardan mahrum kalmadık. Ben şimdi büyüdüm kocamam bir adam oldum ama her gece çocuklarım yatmadan önce onların odasına gidiyor ve onlarla birlikte uyumadan önce ninemin masallarından dinliyorum.

document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);