Etiket: hayvan masalı

KÜÇÜK İSTAVRİTİN BÜYÜK MACERASI
KÜÇÜK İSTAVRİTİN BÜYÜK MACERASI

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, denizlerin en orta yerinde, küçük ama meraklı bir istavrit balığı yaşarmış. Denizin dibinde hoplayan zıplayan bu istavrit, istediği zaman arkadaşları ile oyunlar oynar, istediği zaman anne ve babasıyla yüzerek kendisine yiyecek bir şeyler ararmış. Ancak bu istavrit çok ama çok meraklı bir balıkmış. ‘Denizin altını zaten her gün görüyorum, bana denizin üstü gerek’ der dururmuş. Annesi bir gün uyarmış bizim istavriti:

Anne Balık: ‘Yavrucum, şu sıralar balıkçıların av zamanı. Aman dikkatli ol! Her yiyeceğe saldırma, tedbiri elden bırakma. Ayrıca bu kadar çok meraklı da olma!’

Küçük istavrit balığı annesinin bu sözlerine başını sallayarak tamam demiş ama içini de iyiden iyiye büyük bir merak kaplamış.

Günlerden bir gün, bizim yaramaz küçük İstavrit denizin dibinde dolanırken ileride hareketsizce bekleyen bir yiyeceği görmüş. Karnı da nasıl açmış! Annesinin nasihatlerini aklına bile getirmeden var gücüyle atlamış yemeğe! Aman Allahım, o da ne! İstavrit yakalanmasın mı bizim balıkçılardan birinin oltasına!

Önce dudağında müthiş bir acı duymuş küçük yaramaz. Sonra annesinin nasihati gelmiş aklına ama iş işten çoktan geçmiş. Kalbi o kadar hızlı atıyormuş ki heyecandan ‘ne yapabilirim, nasıl kurtulabilirim’ diye düşünememiş bile!

Balıkçı Hasan Amca da oltasına takılan balığı kaçırmamak için var gücüyle asılmış oltasına. Hızla yukarı doğru çekerken yakaladığı balığın biraz büyük olması için dua ediyormuş.

Küçük yaramaz istavrit ise yukarı doğru çekildiği sırada güneşin ona vuran ışığını fark etmiş önce. Aslında hep merak edermiş ya denizlerin üstü nasıl acaba diye, işte şimdi görecekmiş denizlerin üstünün nasıl olduğunu. Ama bu merak belki de ölmesine neden olacakmış.

Son anda aklına gelmiş bizim küçük yaramazın oltadan kurtulma çabası. Başlamış kendini sağa-sola sallamaya, oltadan kurtulmaya çalışmaya. Ancak nafile, kanca hala dudağının kenarındaymış. O sırada Balıkçı Hasan kavramış irice parmakları ile bizim yaramaz istavriti.

Küçük istavrit anlamış ki artık yolun sonu. O an çok üzülmüş, keşke biraz daha dikkatli olsaydım diye kendisine kızmış durmuş. Annesi, arkadaşları, babası kısacası denizin dibindeki her şey gelmiş aklına, ama ne çare! Yaramaz küçük istavrit balıkçının minik kovasının içinde son nefeslerini alıp-veriyormuş.

O sırada bir mucize olmuş adeta. Hayattan ümidini kesen küçük istavrit minik bir kızın elinde hissetmiş kendisini. Minik kız koşarak denize atmış bizim yaramaz istavriti. Suya ilk değdiğinde yaşama tutunan balık, başlamış hızlıca yüzmeye, denizin dibine yani bildiği en güvenilir yere doğru gitmeye.

Yaramaz küçük istavrit anne-babasını bulup hemen olanları anlatmış. Anne-babası ona çok kızsa da bir daha dikkatli olması sözü ile onu affetmiş.  Küçük istavrit hemen koşarak arkadaşlarını bulmuş sonra. Başından geçenleri onlara da anlatarak kendisinin düştüğü tuzağa başkalarının düşmemesi için dikkatli olmalarını söylemiş. Arkadaşları ile sohbet edip hasret giderdikten sonra da hemen anne-babasının yanına geri dönmüş.

O günden sonra küçük yaramaz istavrit balığı bir daha ne bir balıkçının oltasına takılmış, ne de denizin üzerini merak etmiş. Denizin dibinde anne-babasının sözünden çıkmayarak arkadaşları ile birlikte mutlu-mesut yaşamış, gitmiş. Küçük istavritin hayatı boyunca aklında tek bir şey kalmış: o da kendisini kurtaran ve tekrar hayata dönmesini sağlayan o minik kızmış. Küçük istavrit o minik kızı ömrü boyunca unutmamış.

Gökten üç elma düşmüş, biri yazana biri anlatana biri de akıllı ve uslu çocuklara…

İKİ UYANIK SİNEK
İKİ UYANIK SİNEK

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal pireler ise berber iken, ben dayımın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, buralardan çok ama çok uzaklarda bir yerlerde iki tane sinek yaşarmış. Bu sinekler ayrılmaz ikili gibiymiş, sürekli birlikte uçarlarmış.

Günlerden bir gün bu iki sinek diğer sinek arkadaşlarıyla birlikte uçarken akıllarına bir soru takılmış. Biri diğerine dönerek sormuş hemen aklındakini:

Birinci Sinek: ‘Dostum, acaba biz yalnız başımıza uçsak başımıza ne gelir?’

İkinci Sinek: ‘Aman ne olacak, hem daha iyi olur, daha çok yiyecek buluruz’ demiş.

Bu iki sinek böylece diğer sineklerden ayrılmışlar. Başlamışlar bıızz bııızzz diye birlikte uçmaya. Bizim sinekler uçarken aşağıda büyük ve görkemli bir ev görmüşler. Ev o kadar büyük, o kadar görkemli bir evmiş ki bizim uyanık sineklerin ağzı sulanmaya başlamış bile! ‘Bizi bu evde kimseler göremez, gel gidelim güzelce karnımızı doyuralım’ diyerek aşağıya eve doğru uçmaya başlamışlar.

İki sinek evin üst katında açık bir pencere bularak oradan evin içine girmişler. İkisi de çok mutlu bir şekilde mutfağa doğru uçmaya başlamışlar. Vakit gece vaktiymiş ve herkes uykudaymış.

Bizim sinekler vızz vızz diye ses çıkararak uçarken, ev halkı da sinek sesinden rahatsız olarak uyanmış. Tabi iki uyanık sineğin ev halkının uyandığından haberleri yok! Tek bir amaçları var o da mutfağa gidip patlayana kadar yemek yemek.

İki sinek son hızla uçarken bir de ne görsünler! Evin tombul oğlu elinde sineklikle mutfağın girişinde beklemiyor mu? İki uyanık sinek anlamışlar ki tehlike büyük, söz konusu canları. Hemen geri dönüp tekrar yukarı doğru uçalım demişler. Ancak o da ne! Üst katta da evin diğer çocuğu elinde sinek öldürücü ilaçla bekliyor bunları!

Bizim iki uyanık sinek o kadar çok korkmuş ki korkudan ne yapacaklarını bilememiş. Sonra biri çocuğu başka yöne doğru uçarak şaşırtırken diğeri var gücüyle açık pencereye doğru uçmaya başlamış. Neyse ki iki sinek de canlarını son anda kurtarmış ve kendilerini dışarı atmış.

Akıllarınca daha fazla yemek için arkadaşlarından ve ailelerinden ayrılan iki zavallı sinek, bu yaşadıkları olaydan sonra o kadar çok korkmuş ki, dış dünyanın kendileri için çok korkunç olduğunu anlamış. Biri diğerine dönerek:

Birinci Sinek: ‘Arkadaşım biz ailelerimizden ayrılarak hiç doğru bir şey yapmadık. Bak başımıza her şey gelebilirdi, hatta ölebilirdik. Gel biz bu sevdadan vazgeçelim, yuvamıza geri dönelim. Yemeğimiz az olsun ama canımız güvende olsun’ demiş.

İkinci sinek de arkadaşının tüm dediklerini onaylamış. Bunun üzerine hemen yola koyulmuşlar ve ailelerinin yanına doğru uçmaya başlamışlar. Birkaç saatlik uzun bir uçuşun ardından kendi sürülerinin olduğu yere de ulaşmışlar.

Anne-babası iki sineği de bir arada görünce önce ikisine de çok kızmış. Ancak iki yaramaz sinek başlarına gelenleri ve ne kadar korktuklarını anlatmışlar. Bu yaşadıklarının onlara büyük bir ders olduğunu ve bir daha onlardan hiç ayrılmayacaklarına dair söz vermişler. Ailesi, iki sineğin de ne kadar korktuğunu görüp daha fazla kızmamışlar onlara. Ama bundan sonra daha dikkatli olmaları konusunda uyarmışlar.

Bizim iki uyanık sinek o günden bu yana ne ailesinden ne de sürülerinden hiç ama hiç ayrılmamışlar. O günden sonra hep beraber mutlu mesut yaşamışlar.

 

SÜMÜKLÜ BÖCEK POPU
SÜMÜKLÜ BÖCEK POPU

 

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal pireler berber iken, ben dayımın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, çok uzak diyarlarda bir yerlerde Zeynep adında yaşlı bir yaşarmış. Bu Zeynep nineyi insanla pek sevmez imiş. Zeynep nine aslında iyi kalpli biri imiş fakat bir huyu varmış. Bu huyu da çevresindeki insanları rahatsız ediyormuş. Bizim bu Zeynep nine çok cimriymiş. Evine aldığı eşyaları ya da erzakları, çöp olmadıkları halinde hiç değiştirmez, ya da atmazmış. Hatta bir şey satın alacağı zaman kırk defa düşünür, gerçekten çok lazımsa alır, kendi bahçesinde yetiştirebileceği şeyleri ise asla pazardan ya da manavdan almazmış. Parasını bozduracak, parası eksilecek diye ödü patlarmış. E hal durum böyle olunca komşuları da Zeynep nineyle pek anlaşamazlarmış. Ama Zeynep ninenin kimseye bir zararı ya da kötülüğü olmazmış.

Günün birinde gökyüzü günlük güneşlik iken, birden kara kara bulutlar kaplamış her tarafı. Zeynep nine de bahçesinde soğan ekiyormuş. Kara kara bulutları gören Zeynep nine hemen soğan ekmeyi bitirmiş, evine girmiş. Bu sırada henüz farkında olmadığı küçük bir misafiri daha varmış. Bu küçük misafirin adı Popu imiş. Popu bir sümüklü böcekmiş. Popu Zeynep ninenin bahçesinde gizlice yaşarmış. Zeynep nine daha önce Popu’yu fark etmemiş. Yağmurun yağacağını anlayan popu hemen Zeynep ninenin evine girmiş ve bir tahta çanağın içine saklanmış.

Olan bitenden habersiz bir şekilde yemek hazırlıyormuş Zeynep nine. Yemeğini hazırlamış, sıra tabağa koymaya gelmiş. Masanın üzerinde duran tahta çanağı almak için uzanmış, bir ne görsün tabağın içinde ufacık bir böcek duruyormuş! Zeynep nine böceğin sümüklü böcek olduğunu anlamamış.

‘’ Zavallı yavrucak, ah zavallı yavrucak, vah zavallı yavrucak. Yağmurdan üşütmüş burunları akıyor ‘’ diye düşünmüş. Zeynep nine hemen Popu’yu tahta çanağının içinden almış. Tahta çanağı yıkamış. Popu’yu da sobasının yanına koymuş ısınsın diye. Sonra gidip hemen bahçesinden ot koparmış ve Popu’ya vermiş. Popu da afiyetle yemiş.

Günler geçmiş Zeynep nine hala Popu’yu yanından ayırmıyormuş. E bilirsiniz Zeynep ninenin huyunu. Asla bir şey atmazmış. Ama günler geçiyor, Popu dışarı çıkmak istiyor, arkadaşlarını özlüyormuş. Evde durmaktan bir hayli sıkılıyormuş. Zeynep nine Popu’nun sıkıldığını fark etmiş ve ne yapsam da bu yavruyu mutlu etsem diye düşünürken aklına bir fikir gelmiş ve doğruca ormana koşmuş. Ormandan bir sümüklü böcek bulmuş ve Popu’nun yanına getirmiş.  Popu yeni arkadaşıyla oynamaya başlamış. Ama günler geçmiş yine sıkılmaya başlamış. Bunu fark eden Zeynep nine yine ormana gitmiş yine böcek bulmuş getirmiş. Zeynep nine gele gide gele gide, böcek toplaya toplaya evindeki sümüklü böceklerin sayısı 20 tane olmuş. Zeynep nine en sonunda bu böcekleri dışarı çıkarmaya başlamış. Dışarıya çıktıkça bir de bakmış ki sümüklü böcekler kendi aralarında yarış yapmaya başlamışlar. Bunu gören Zeynep nine hemen komşularına haber vermiş. Zeynep nine her gün sümüklü böceklerini dışarı çıkarıyor, tüm köylü de gelip bu sümüklü böceklerin yarışlarını izliyormuş. Zamanla başka köylerden insanlarda gelmeye başlamış bu yarışı izlemeye. Sümüklü böcek Popu artık çok eğleniyor, hiç canı sıkılmıyormuş. Mutluluğu her halinden belli oluyormuş. Ayrıca çoğu yarışı da Popu kazanıyormuş. Popu artık sahibine iyice alışmaya başlamış. Zeynep nine de Popu ve arkadaşlarını hiç yanından ayırmamış. Köylülerin de Zeynep nineyi sevmeye başladıklarını gören Popu çok mutlu olmuş.

SÜMÜKLÜ BÖCEK POPU
DİŞİ KURDUN DERDİ

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, Develer tellal pireler berber iken, ben anamın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, uzaklarda bir yerlerde kocaman bir orman varmış. Bu orman öyle büyük bir ormanmış ki, bazı yerlerine bırakın insanın girmesini daha hayvanlar bile girememiş, öyle büyük ve karanlık bir ormanmış. Bu ormanda genellikle vahşi hayvanlar yaşarmış. Çünkü vahşi hayvanların en sevdiği yerler bu orman gibi büyük, karanlık, bol ağaçlı, insanların girmediği yerlermiş. Bir sürü hayvan yaşarmış bu ormanda. Kurtlar, ayılar, aslanlar, kaplanlar, yılanlar, ve bir sürü hayvan kimse birbirine zarar vermeden bu ormanda dururmuş. Bu ormanda bir de dişi kurt yaşarmış. Bu dişi kurdun dört tane yavrusu varmış. Bu yavrularına gözü gibi bakıyormuş. Onları eğitiyor, zıplamayı öğretiyormuş. Ama daha fazla doğurmak istiyormuş. Çünkü ne kadar çok çocuk doğurursa o kadar güçlü olacağını düşünüyormuş.

Günler geçmiş, aylar geçmiş. Kurt hala yeni yavrular doğuramamış. Kurt iyice kızmaya, kendi yavrularıyla da ilgilenmemeye başlamış.

Yine bir gün bu vahşi ormanda, maymunlar zıplıyormuş, filler sürürleriyle birlikte geziyorlar, geyikler birbirlerine hikayeler anlatıyor, çakallar ağaçların altında piknik yapıyorlar, kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor, çiçekler mutlu mutlu açıyor, arılar vızır vızır vızırdıyormuş. Yani her şey gayet normal gidiyormuş ormanda. Bizim dişi kurt da yavrularını alıp nehir kenarına inmiş. Nehir kenarında oturmuş. Yavruları da bir köşede kendi başlarına oynuyorlarmış. Kurt onlara bakıp iç çekmiş. Nehirin ötesinde su içen dişi aslanın dikkatini çekmiş bu kurdun iç çekişi. Merak etmiş ve kurdun yanına gitmiş.

-‘ Hayrola kurt kardeş ? Neden dertli dertli iç çekiyorsun ? Sesini karşıdan işittim ve yanına geldim. Bir problemin varsa sana yardım etmek isterim. ‘’ demiş dişi aslan.

Dişi aslanın geldiğini gören kurt baştan pek umursamamış. Benim kendi derdim bana yeter, bir de başkasıyla uğraşamam diye düşünmüş. Ama dişi aslanın söylediklerini duyunca bu düşüncelerinden çok utanmış. Dişi aslana doğru dönmüş.

-‘ Hiç sorma aslan kardeş. Derdim çok büyük. Dermanını bulamam, sende bulamazsın. ‘’ demiş.

Bunun üzerine dişi aslan iyice merak etmiş. Arkasına doğru bakmış. Kurdun dört yavrusu da gayet mutlu bir şekilde oyun oynuyorlarmış. Her şey normal gözüküyormuş.

-‘ Derdini anlatsan belki dermanını da buluruz, ne dersin ? ‘’ demiş.

Bunun üzerine bizim dişi kurt başlamış anlatmaya.

-‘ Benim dört tane evladım var. Ama bu dört evladım bana yetmiyor. Daha çok güçlenmek istiyorum. Ama bu dört evlatla nasıl güçleneceğim ki? Doğurmak istiyorum doğuramıyorum. Benim derdim budur. Var mı sende dermanı ? ‘’ diye sormuş.

Bunun üzerine dişi aslan kocaman bir kahkaha atmış.

-‘ İlahi kurt kardeş. Hiç güleceğim yoktu. Bu mu senin derdin ? Ne olmuş dört tane evladın varsa ? Bak bana. Benim bir tane oğlum var. Onu öyle bir yetiştirdim ki. O kadar güçlü yaptım ki, bak şimdi bu ormanın kralı oldu benim oğlum. Önemli olan kaç çocuğunun olduğu değil, onları ne kadar güçlü yetiştirdiğinde. Eğer doğru bir şekilde yetiştirirsen onlar çok güçlü olur. Onlar güçlü olursa sen de güçlü olursun. ‘’ demiş ve izin isteyip ormanın içine doğru yol almış.

Aslan gittikten sonra kurt düşünmüş. Aslanın dediklerinin aslında ne kadar doğru olduğunu fark etmiş. Önemli olan kaç çocuğunun olduğu değil, onları nasıl yetiştirdiğiymiş. Ve aslanın tavsiyelerine uymaya karar vermiş.

SÜMÜKLÜ BÖCEK POPU
AĞLAYAN FARE

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, Develer tellal pireler berber iken, ben anamın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, uzaklarda bir yerlerde büyülü bir orman varmış. Bu ormanda ağaçlar, bitkiler, çiçekler, böcekler, hatta hayvanlar bile büyülü imiş. Ormanda her derde deva şifalı bitkiler, otlar, ağaçlar bulunurmuş. Hepsi kendi aralarında mutlu mesut yaşarlarmış. Kimse kimseye karışmaz, hepsi birbiriyle iyi geçinirmiş.

Günlerden bir gün, öğleden sonra vakitlerinde, ormanın kenarından bir ağlama sesi gelmiş. Bizim birde ormanımızda çok meraklı bir baykuşumuz varmış. Bu baykuş her şeyi öğrenmek ister, her şeyi duymak, her şeyi görmek istermiş. İşte bu ağlama sesini duyan bizim baykuş durur mu ? Hemen sesin geldiği yöne doğru uçmuş. Amanın! Bir de ne görsün ? Bir fare büyülü ormanın az ilerisinde bir köşede içini çeke çeke ağlıyormuş. Baykuş dayanamamış gitmiş sormuş. Fare başlatmış anlatmaya, hem anlatıyor hem de ağlıyormuş.

-‘Benim canımdan çok sevdiğim bir küçük oğlum var. Biz her gün birlikte gezer, yiyecek bir şeyler bulup evimize döneriz. Bazen bulamadığımızda köylülerin bahçelerine gider, orada ararız. Yine bugün köylülere gittik. Ben başka bahçeye oğlum ise başka bir bahçeye gitti. Herkes yiyeceğini bulduktan sonra büyük ağacın orada bekleyecekti. Ben gittim fakat oğlum gelmedi. Merak ettim oğlumun gittiği bahçeye gittim. Bir de ne göreyim! Oğlum yerde yatıyor. Yediği şey zehirliymiş. Nefes alıyor, ama yerinden kalkmıyor. Ne olur yardım et baykuş kardeş. Oğlumun derdine bir deva bul.’ demiş ve yine ağlamaya başlamış.

Büyülü ormanda da Kraliçe Baykuş varmış. Bu kraliçe baykuşun tedavi etmediği hayvan, bitki, ağaç, böcek kalmazmış. Bizim baykuşun aklına kraliçe baykuş gelmiş.

-‘ Büyülü ormanda Kraliçe Baykuş yaşar. O her şeyi iyileştirir. Gel seni onun yanına götüreyim.’’ Demiş baykuş. Fareyi yanına almış ve kraliçe baykuşa gitmişler. Fare derdini ağlaya ağlaya bir bir anlatmış. Farenin çok ağladığını gören Kraliçe Baykuş çok üzülmüş.

-‘Üzülme fare hanım. Senin derdinin devası bendedir. Bana bir ağacın yaprağı lazım. Ama öyle bir ağaç bul ki, üzerinde ne çiçek ne böcek, hiçbir canlı ölmemiş olsun. O ağcı bulup ondan yaprak getirdiğinde oğlun iyileşecek. ‘’ demiş.

Bunu duyan anne fare hemen büyülü ormandaki ağaçlara koşmuş. İlk gördüğü ağaca sormuş.

-‘ Ey ulu ağaç. Üzerinde bir canlı ölmüş müdür? ‘’

Ağaç:

-‘Bir böcek ölmüştür.’’

Bir başka ağaca sormuş.

-‘Bir kuş ölmüştür.’’

Fare böyle böyle bir sürü ağaca sormuş. Hepsinin üstünde bir şeyler ölmüş. Fare tam umudunu kaybedecekken, karşısına parıl parıl parlayan pembe bir ağaç çıkmış. Ağaç o kadar güzelmiş ki, fare gözlerine inanamamış. Hemen gidip ağaca sormuş.

-‘Ağaç kardeş! Üzerinde hiçbir şey ölmüş müdür? ‘’

Ağaç gülerek cevap vermiş.

-‘Ben büyülü ormanın ağacıyım. Ama benim özelliğim farklı, her ne kadar güzel gözüksem de kimse bana dokunamaz. O yüzden Hayır, üzerimde hiçbir şey ölmemiştir.’’

Bunu duyan fare olanları anlatmış. Ağaç da memnuniyetle bir yaprağını koparıp fareye vermiş. Fare hemen kraliçe baykuşun yanına gitmiş. Kraliçe baykuş hemen bir ilaç hazırlamış anne fareye vermiş. Fare çok teşekkür edip yoluna koyulmuş. Hemen bahçeye varıp oğluna ilacı içirmiş. Oğlu hemencecik iyileşivermiş. O günden sonra da anne oğul nereye giderlerse hep beraber gitmişler. Annesi oğlunun yanından hiç ayrılmamış. Bizim meraklı baykuş da hep onlarla gezmiş. Bir daha hiç ayrılmamış.

ASLAN, TİLKİ VE KURT MASALI
ASLAN, TİLKİ VE KURT MASALI

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler ise hamal iken. Ben ise dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Anam da anam, bir de ne göreyim! Dedem düşmez mi beşikten, babam gelmez mi peşinden! Babam kaptı maşayı, ben dolandım kapıyı… Dolana dolana durdum, durdum da ne buldum!  Masallar anlatan bir peri buldum güzel mi güzel, anlattığı masallar ise özel mi özel. İşte sana bu periden en güzel masallar…

Vakti zamanın birinde aslan, kurt ve tilki arkadaş olmuş. Günlerinin hepsini birlikte geçirir, birlikte avlanır birlikte yemek yerlermiş. Bir arada mutlu mesut yaşarken ormanların kralı aslanın aklını bir düşünce karıştırmaya başlamış. Aslan kendisini çok yüksekte arkadaşlarının çok ama çok üzerinde görüyormuş ve kibirliymiş. Kendisinin ormanlar kralı olduğunu bildiğinden arkadaşları ile aynı yemekleri yemeyeceğine karar vermiş.

Aslan bunları düşünür dururken bir gün harekete geçmek istemiş.  Arkadaşları kurt ve tilki ile avlanmaya çıkmışlar. Günün sonu olmuş, avladıklar hayvanlar da bir öküz, bir keçi ve bir de tavşanmış.

Aslan arkadaşları ile birlikte avladıkları bu avlarını bir mağaraya getirmiş. Ardından kurda doğru dönmüş:

Aslan: ‘Kurt kardeş, hadi bakalım avlandığımız yiyecekleri bize bir güzel pay et. Bak karnım da acıkmaya başladı, bir an önce pay yap da yiyelim’ demiş.

Kurt ise aslanın bu sözlerine şaşırmış. Şimdiye kadar avladıkları her şeyi birlikte pişiren bu üç kafadar, yemekleri pişince etrafına oturur ve birlikte yerlermiş. Bu paylaştırma fikrinin nereden çıktığını anlamayan kurt yine de aslana karşı gelmek istememiş:

Kurt: ‘Madem paylaştır diyorsun öyleyse şu öküz senin olsun aslan kardeş. Keçi de benim olsun. Tavşan ise tilki kardeşin olsun’ demiş.

Kurt kendince yemekleri düzgün bölüştürdüğüne inanıyormuş. Ancak sözlerini duyan aslan başlamasın mı bağırmaya, başlamasın mı kükremeye!

Aslan: ‘Bre küstah! Sen kim oluyorsun da yemekleri pay etme gafletine düşüyorsun. Burada ben varken, ormanların kralı varken sana mı düşermiş avları pay etmek’ demiş.

Kurt ne olduğunu anlamadan aslanın aniden gelen pençe darbesi ile kendisini yerde bulmuş.

Aslan siniri geçince bu kez de tilkiye dönmüş:

Aslan: ‘Tilki kardeş, şimdi sıra sende. Öyle aval aval bakma da bir işe yara bakalım, hadi paylaştır şu avları’ demiş.

Tilki biraz düşünmüş, taşınmış. Tilki bu bilirsiniz kurnazdır. İnce eler sık dokur. Ardından aslana cevap vermiş:
Tilki: ‘Ey ormanların kralı! Sen varken pay etmek benim haddim midir, sen söyle! Ama madem emir buyurdunuz, bunu benden istediniz, bana da yapmak düşer. Ben payı ediyorum; tavşan sizin sabah kahvaltınız, öküz öğle yemeğiniz olsun. Keçiyi ise akşam yersiniz aslan kralım’ demiş.

Aslan tilkinin bu sözleri karşısında kabarmış da kabarmış! Tilkinin söyledikleri onun gururunu okşamış. Tilkinin verdiği yanıttan çok hoşlanan aslan hem avları hemen pişirtmiş ve tilki ile birlikte yemiş. Ancak yemek sırasında merak ettiği bir soruyu da tilkiye soramadan geçememiş:

Aslan: ‘Tilki kardeş, sana bir şey soracağım’ demiş.

Tilki hemen hazır olan geçmiş:

Tilki: ‘Buyurun sorun ormanların kralı’ demiş.

Aslan: ‘ Ya sen avları paylaştırdın ya. O paylaştırma benim çok hoşuma gitti. Ancak merak etmedim de değil, sen o kadar güzel paylaştırmayı nereden öğrendin?’

Tilki aslanın bu sorusu karşısında gülümsemiş. Yaptığı paylaştırma kendi işine yaradığı için mutlu olan aslanı görmüş ve onun ne kadar yanlış düşündüğünü düşünmüş. Ancak bu sözlerini aslanın kendisine söyleyemezmiş. Tilki bu ya demiştik sana,  kurnazlığı tam kurnazlıktır. Hemen güzel bir cümle ile bitirmiş hikâyeyi:

Tilki: ‘Ormanların kralı aslanım. Ben pay etmeyi kimden mi öğrendim. İşte az önce bir pençe ile öldürdüğünüz şu haddini bilmez kurdun halinden öğrendim’ demiş.

Böylece masal da bitmiş. Gökten üç elma düşmüş, üçü de fikirlerini özgürce söyleyenlerin olmuş.

YARAMAZ FİL YAVRUSU POPİ’NİN BAŞINA GELENLER
YARAMAZ FİL YAVRUSU POPİ’NİN BAŞINA GELENLER

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde büyük bir fil ailesi yaşıyormuş. Bu fil ailesinin en küçük yavruları olan yavru fil, ailenin en inatçı ve en yaramaz üyesiymiş. Küçük yavru filin adı Popiymiş. Popi, inatçılığı ve yaramazlıkları ile fil ailesine artık yaka silktiriyormuş.

Gel zaman git zaman günlerden bir gün, fil ailesi gezmeye çıkacakmış. Baba fil Popi’ye dönerek;

Baba Fil: “ Popi, sen de bizimle gel” demiş.

Popi illa yaramazlık yapacak ya hemen babasının lafının tersini söylemiş:

Popi: ‘“Hayır baba ben sizinle gelmek istemiyorum” demiş.

Anne fil, Popi’nin yanına gelmiş:

Anne Fil: ‘Neden böyle yapıyorsun Popi, hadi gel birlikte gidelim’ demiş.

Popi inatçılığına devam etmiş:

Popi: “Hayır anne ben gelmiyorum’’ demiş.

Popi’ye kim ne dediyse onu ikna edememiş. En sonunda aile pes etmiş ve Popi’yi tek başına bırakıp gezmeye gitmiş.

Popi evde tek başına kalınca bir süre eğlenmiş, oynamış, zıplamış. Ama vakit geçtikçe tek başına olmaktan canı sıkılmış Popi’nin. Oyun oynamak istese arkadaş yokmuş, konuşmak istese konuşacak biri yokmuş. Popi en sonunda tek başına kalmasının bütün kızgınlığını fil olmasına yüklemiş. İçinden kızmış kendi kendisine: “Ben bundan sonra fil olmak istemiyorum.  Bıktım fil olmaktan. Küçük fil olmaktansa hiç fil olmam daha iyi.’

Popi fil olmaktan vazgeçmiş o anda kendi kendine. Ama ne olacakmış? Düşünmeye başlamış acaba ne olsam diye… Daha sonra dışarı çıkıp hayvanlara bakmaya başlamış bir süre. Ağaçların birinden bir diğerine zıplayan maymunlar dikkatini çekmiş Popi’nin. O anda ne olacağını bulduğunu düşünmüş. Hemen bağırmış tüm ormana:
Popi: ‘Ben artık maymunummmm’

Popi’nin bağırışlarını duyan yaramaz maymunlar ağacın tepesinden inip Popi’nin yanına gelmiş. Kimi Popi’nin üzerine çıkarken kimi de oldukça büyük gözüken kulakları ile oynamaya başlamış. Birkaç yaramaz maymun da küçük fil Popi’nin hortumunu çekiştirmeye başlamış. Popi bu yaramaz maymunların elinden zor kurtulmuş ve o anda maymun olmaktan vazgeçmiş.

Popi yolda yürürken rengârenk bir papağan dikkatini çekmiş.  Papağanın renklerine ve bir ağaçtan bir diğer ağaca uçmasına hayran kalan küçük fil, hemen papağanın yanına gitmiş:

Popi: “ Hey! Papağan kardeş, ben de papağan olmak istiyorum. Ben de senin gibi uçmak istiyorum. Bana da uçmayı öğretir misin?” demiş.

Papağan: “Elbette öğretirim, uçmayı öğrenmekte ne var ki ” demiş.

 

Papağan önde küçük fil Popi arkada dik bir yamaca yürümüşler. Papağan bu dik yamaçta uçmayı öğretebileceğini düşünmüş. Hemen Popi’ye dönmüş:

Papağan: ‘Hadi Popi, birlikte uçalım’ demiş.

Papağan kendisini atmış dik yamaçtan ve kanatlarını açarak gökyüzünde salına salına uçmaya başlamış. Ancak küçük fil Popi de onu izleyerek aynısını yapmaya çalışınca olanlar olmuş! Popi yamaçtan yuvarlanmasın mı? Yamaçtan aşağıya yuvarlanmaya başlayan Popi, yuvarlana yuvarlana yamacın en sonuna kadar gitmiş. Yamacın sonuna geldiğinde ancak durabilen Popi’nin yuvarlanmaktan başı dönmüş. Popi, yaptığı bu hareketten sonra çok korkmuş. Zaten yuvarlanmaktan her yeri de acımış.

Küçük fil Popi, o anda ne kadar yanlış bir şey yaptığının farkına varmış. O bir fil yavrusu imiş ve fil yavrusu olarak kalması gerekiyormuş. Popi, ailesini de ne kadar üzdüğünü o anda anlamış. Hemen ailesinin yanına giderek yaptıkları için ailesinden özür dilemiş. Fil ailesi Popi’nin hatasının farkına varmasına çok ama çok sevinmiş. Hep birlikte mutlu bir hayat sürmüşler.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de uslu çocukların olmuş.

 

KENDİ YANSIMASINI GERÇEK SANAN KÖPEK
KENDİ YANSIMASINI GERÇEK SANAN KÖPEK

Sevgili çocuklar, hırsın ve elindeki ile yetinmemenin ne kadar kötü bir şey olduğunu biliyor musunuz? Hırslı insanlar daima mutsuz olmaya ve ellerindeki kaybetmeye mahkûmdur. Peki, hırsın sonunun ne kadar kötü olduğunu anlatan güzel bir masal dinlemeye ne dersiniz? İşte size hırslı köpek Nino’nun masalı…

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak mı uzak ormanların birinde yaşayan büyük bir köpek varmış. Bu köpeğin adı Nino’ymuş. Nino, heybetli cüssesi ve parlak tüyleri ile her göreni kendisine hayran bırakırmış. Uzun beyaz parlak tüylere ve siyah kocaman gözlere sahip olan Nino, diğer köpeklerin en çok kıskandığı ve imrendiği köpekler arasındaymış. Kendisine çok güvenir, kendisinden daha heybetli ve güzel bir köpeğin daha olabileceğini hiç düşünmezmiş.

Gel zaman git zaman, günler günleri aylar da yılları kovalamış. Ama bizim gurur ve kibir yüklü köpek Nino ne kibrinden ne de gururundan hiçbir şey kaybetmemiş. Günlerden bir gün, kendisini çok seven bir tatlı kızın verdiği et parçası ile nehrin kenarına gelmiş. Ağzındaki et parçası o kadar büyük o kadar lezzetli gözüküyormuş ki, onu yemek için sabırsızlanıyormuş.

Köpek Nino sonunda nehirin kenarına gelebilmiş. Nehrin tam kenarına uzanmış güzelce. Çimenlerin yeşilliği, rengârenk çiçeklerin güzel kokusu köpeğin tüm keyfini yerine getirmiş. ‘Oh, ne kadar keyifli bir ortam. Bu ortamda ben şimdi bu güzel etimi nasıl afiyetle yerim ama’ diye geçirmiş içinden. O sırada Köpek Nino nehirde kendi yansımasını görmüş. Fakat Nino bu görüntünün nehirde kendi yansıması olduğunu bilmiyormuş. Görüntüdeki köpeği başka bir köpek zannetmiş. Nino önce kulaklarını dikmiş, göldeki köpeğin sesini dinlemek için. Bakmış ki nehirdeki köpek de aynısını yapıyor. İçinden biraz öfkelenmeye başlamış. Nehirin içindeki bu köpek kendisine kafa mı tutuyormuş?

Köpek Nino ağzındaki büyük et parçasını daha sıkı tutmuş. Ama o sırada bir de ne fark etsin; göldeki o köpeğin ağzında da aynı et parçasından yok muymuş? Köpek Nino kendi ağzındaki etin mi yoksa göldeki köpeğin ağzındaki etin mi daha büyük olduğuna takmış kafayı. Nasıl olur da bu ormanda onunla aynı cüssede ve aynı güzellikte bir köpek daha olabilirmiş! Üstelik bu köpeğin ağzında da en az kendisinin ağzındaki kadar büyük bir et parçası olması Köpek Nino’yu iyice kızdırmış.

Köpek Nino başka bir köpeğin kedisinden daha şanslı olmasını asla kabul edemezmiş! Bu hırsla harekete geçen Köpek Nino, göldeki köpeğin ağzındaki et parçasını kapmak için kendisini nehirdeki yansımasının üzerine atmış! Amacı hem göldeki köpeğin ağzındaki eti kapmak hem de bu ormanda kimin daha güçlü olduğunu ona göstermekmiş.

Fakat sonuç ne olmuş? Köpek Nino göle atlamış atlamasına, ama ortada köpek falan yokmuş. Ne köpek ne de et! Çünkü Köpek Nino, göle bakınca kendi yansımasını görüyormuş göldeki suyun üzerinde. Ağzında et parçası olduğu için yansımasında da et parçası gözüküyormuş tabii.

Köpek Nino eldekiyle yetinmediği ve hırslandığı için elindeki et parçasından da olmuş. Göle atladığında ağzındaki et parçası suyun akıntısına kapılıp sürüklenip gitmiş. Köpek Nino zar-zor çıkabilmiş nehirden. Üstü başı sırılsıklam olduğuna mı yansın, giden et parçasına mı?

O günden sonra Köpek Nino bir daha hiç aç gözlülük yapmamaya söz vermiş kendi kendine. Hırslı ve kibirli de olmayacakmış.

İşte sevgili çocuklar, elindekinin kıymetini bilmeyenlerin sonu böyle olur. Masal da burada son bulur.

 

YARAMAZ SİNCAP MUNU
YARAMAZ SİNCAP MUNU

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer ise tellal iken; ben de dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde sevgi ülkesinin içerisinde büyük bir bahçe varmış. Bu bahçede tonton bir dede yaşarmış. Tonton dede bütün gün bahçe içerisinde gezinir, bahçeye yeni fidanlar, sebze ve meyveler ekermiş. Meyveler- sebzeler büyüdüğünde rengârenk gözükür, çiçek açan ağaçlar bahçeyi adeta bir resim haline çevirir. Onlara gözü gibi bakan bu tonton dede, zamanı geldiğinde yetiştirdikleri toplar, kocaman bahçeden çıkan meyve-sebzelerle bütün bir kışı aç kalmadan geçirirmiş.

Gel zaman git zaman bu güzel bahçeye bir gün tilki dadanmış. Tilki kurnazlığı ile meşhur ya kendisini çok iyi kamufle ettiğinden tonton dede onu bir türlü yakalayamıyormuş. Tonton dedenin bahçesindeki meyve ve sebzelerden yiyen bu utanmaz tilki, tonton dede bahçeden uzaklaşınca hem ağaçlara hem de tavukların olduğu kümese dadanırmış.

Bahçede sadece meyve ve sebze yokmuş tabi. Tonton dedeye her gün yumurta veren tavuklar, süt veren inekler ve yemyeşil çimlerde koşturan minicik, sevimli mi sevimli sincaplar da yaşarmış. Bu sincaplardan birisi de yaramazlığı ile meşhur olan Munu imiş.

Munu anne ve babasının uyarılarına aldırmadan tonton dede bahçeden ayrıldığı gibi bahçeye dadanan ve tavukları kümesten kovalayan tilkiyi izlermiş. Tilkiyi izlemek için de en yüksek ağaçların birinin tepesine çıkarmış.

Günlerden bir güm yaramaz sincap Munu yine anne-babasını dinlemeden her zamanki ağacına tırmanarak tilkiyi beklemeye başlamış. Fakat o da ne! Birdenbire öyle bir fırtına kopmuş ki zavallı minik sincap Munu ağacın tepesinde kalakalmış. Bu rüzgârda ne aşağıya inebiliyormuş, ne de bağırabiliyormuş…

Küçük sincap Munu ağaç üzerinde canını kurtarmaya çalışırken ağacın altında kendisine kahkahalarla gülen tilkiyi görmüş:

TİLKİ: ‘Seni yaramaz sincap Munu, seni… Demek her akşam ağaç tepesine çıkıp benim neler yaptığımı izliyordun! Ağaç tepelerinde gezeceğine benim yaptığım gibi deliklere sığınsaydın böyle olmazdı. Şimdi sen oradan nasıl ineceğini düşünedur, ben gidip şu kümesteki tavuklara dadanayım’ demiş.

Sincap Munu üzülse de tilkiye bir şey söylememiş. Tilki onu ağacın tepesinde bırakıp giderken Munu bir daha anne-babasının sözünden çıkmamaya söz vermiş kendi kendine.

 

Munu tam ağlamaya başlayacakken şiddetle esen fırtına birdenbire durulmuş. Sincap Munu birdenbire ne olduğunu anlayamasa da hemen ağaçtan inmeye başlamış. O sırada bahçenin sahibi olan tonton dede de rüzgârın dinmesini fırsat bilerek evinden çıkıp kümese doğru yürümeye başlamış. Munu o anda tilkinin içeride olduğunu hatırlamış.

Tonton dede kümesi açtığı anda aylardır aradığı tilkiyle karşılaşmış. Öfkesinden ne yapacağını bilemeyen tonton dede başlamış Munu’yu kovalamaya. Bunu gören köpekler durur mu? Onlar takılmış Munu’nun peşine. Çünkü tonton dede artık yaşlıymış ve hızlı koşamıyormuş!

 

Munu uyanık tilkiyi kovalayan köpekleri görünce içten içe sevinmiş. Çünkü az önce ağaç tepesinde yardıma ihtiyacı olmasına rağmen bu tilki kendisine yardım etmemiş. Fakat sonra kendisine kızmış minik sincap Munu. Kurnaz tilkinin köpekler tarafından kovalandığını gören Munu, az önce kendisinin de bir belayı zar zor atlattığını düşünerek, kurnaz tilkinin başına gelen bu duruma asla gülmemiş. Çünkü atalarımız ne demiş: ‘Gülme komşuna, gelir başına…’

Minik sincap Munu ve kurnaz tilkinin masalı böylece son bulmuş. Gökten üç elma düşmüş… Bir tanesi masalı anlatana, bir tanesi kurnaz tilkinin kafasına, bir tanesi de minik sincap Munu’nun kafasına…

document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

KURNAZ TİLKİ İLE KURT
KURNAZ TİLKİ İLE KURT

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Masal diyarından bir peri gelmiş yanıma, başlamış anlatmaya… Anlatmış da anlatmış, uzun bir masal anlatmış. İşte o masal…

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak mı uzak diyarların birinde, büyük bir orman varmış. Bu ormanda büyük bir kurt yaşıyormuş. Kurt o kadar büyük, o kadar gösterişli bir kurtmuş ki; uludu mu dağı taşı inleten, ormandaki tüm hayvanları korkutan bir hayvanmış. Ama yıllar bu büyük bu güçlü kurdu yaşlandırmış. Gün geçtikçe kurt gücünü kaybetmeye ve yaşlanmaya başlamış. Artık eskisi gibi çevik değilmiş, bir ulumasında av bulamıyormuş. Kurt aç kalmaya başladığında tehlikenin farkına varmış ve yanına kurnaz bir hayvanı arkadaş olarak alması gerektiğini anlamış.

Kurt düşünmüş taşınmış, aklına ilk gelen tilki olmuş. Tilki tüm ormanda kurnazlığı ile bilinen bir hayvanmış. Kurt eğer tilki ile birlikte hareket ederse, onun aklı ile istediği kadar hayvan avlayabileceğini düşünmüş. Hemen kalkmış ve tilkiyi aramaya başlamış. Kurt tilkinin yanına gelip düşündüklerini onunla paylaşmış ve tilkiye ortaklık sunmuş. Tilki düşünmüş, taşınmış; ardından kurdun teklifini kabul etmiş:

Tilki: ‘Tamam kurt kardeş, seninle ortaklığa varım. Ama avladığın avın yarısı benim olacak tamam m’ demiş.

Kurt, üzerinde hiç düşünmeden “tamam” deyivermiş hemen tilkiye. Kurdun sözü üzerine harekete geçen tilki, hemen kurnaz planlar düşünmeye başlamış. Tilki bu, aklı hep kurnazlığa çalışırmış. Biraz düşündükten sonra aklına gelen planı hemen kurt ile paylaşmış:

Tilki: ‘Kurt kardeş bak şimdi; hemen bir çukur kazalım şuraya. Sonra sen de çukurun içine gir. Ben senin üzerini çalı, çırpı ve biraz da toprakla örteceğim. Yalnızca dişlerin dışarıda kalacak, toprağın üzerinde. Ben ise ormandaki hayvanları toplayıp buraya getireceğim. Sana ‘Şimdi çık’ dediğimde çıkacaksın ve bütün avlar hemen yanında olacak’ demiş.

Kurt bu planı çok beğenmiş. Tilki ile ikisi hemen harekete geçmiş. İşin sonunda kurdun her yeri toprağa gömülüymüş, sadece dişleri toprak üzerinde kalmış.

Tilki kurdu hazırlayınca, hemen ormanların içindeki hayvanların arasına koşmuş. Meydana gelince bütün hayvanları toplamış ve başlamış konuşmaya:

Kurt: ‘Ormandaki tüm hayvanlar, söyleyin bakalım dişler nereden çıkar?’

Bütün hayvanlar kurda bakarak aynı anda cevaplamışlar. ‘Ağızdan çıkar tabii’ demişler.

Tilki durur mu,  hemen yapıştırmış cevabı, “Başka nereden çıkar?” demiş.

Hayvanlar düşünmeye başlamış ama diş başka nereden çıkabilirmiş ki! Tilki ise istediği ortamı yarattığına oldukça memnun bir şekilde cevaplamış kendi sorusunu:

Tilki: ‘Başka nereden çıkacak, tabii ki topraktan çıkar’ demiş.

Hayvanların hepsi aynı anda başlamışlar itiraz etmeye. Topraktan diş çıkar mıymış hiç! Kurnaz tilki arkadaşlarının şaşkınlığından yararlanarak;

Tilki: “İnanmazsanız göstereyim” demiş.

Ormandaki hayvanlar takılmış tilkinin peşine, tilki onları kurdun olduğu yere götürmüş. Toprağın üzerindeki kurdun dişlerini gösteren tilki arkadaşlarına dönerek:

Tilki: ‘Bana inanmamıştınız, haksız mıymışım?’ demiş.

Hayvanlar toprağın üzerindeki dişleri görünce çok şaşırmışlar. Birkaç tanesi dişleri daha da yakından görmek için iyice yaklaşmış çukura. Tilki o anda kurda mesajı vermiş, kurt da sağlandığı yerden çıkıp bütün hayvanları pençelemiş.

Sırra yemeğe geldiğinde tilki hemen anlaşmayı hatırlatmış kurda:

Tilki: ’Kurt kardeş, anlaşmamıza göre paylaşalım şunları.” Demiş. Ancak kurt oralı bile olmamış. Hatta tilkiye ‘Anlaşma falan yok’ demiş.

Kurnaz tilki böyle oyunlara gelir mi! Kurdun aklına tehlikeli bir şey sokmuş. Tilki bal toplamaya gideceğini söylediğinde kurdun ağzının suyu akmış.  Hemen tilki ile paylaşmış bütün avını. Tilki ile kurt karınlarını doyurunca tilki takmış peşine kurdu. Tilki daha önce biliyormuş bu kovanı. Arıların içinde olduğunu da fark etmiş. ‘İşte şimdi intikam zamanı diyerek arı kovanının içine kurdun elini sokmuş, kendisi de kaçmış. Arılar kurdun her yerini ısırınca kurt hatasını fark etmiş ama nafile!

Sevgili çocuklar, siz siz olun verdiğiniz sözleri her zaman tutun!} else {